top of page

CEMAL’LE BİRBİRİMİZE ÖDÜNÇ MISRALAR VERİRDİK

“Güzel bir dünya bırakırsınız çocuklarınıza

Emek ve hürriyeti çoğalta çoğalta”

CÜNEYT ARKIN


O, Türkiye’nin hem Bruce Lee’si hem Alain Delon’u hem de Marlon Brando’su. Kırmızı gömleği ile Bizanslılara meydan okuyan bir doktor. Türk sinema tarihinde kendi film tarzını yaratmış usta bir sanatçı; CÜNEYT ARKIN. Etiler’deki evinde buluştuk. Cemal Süreya, Ülkü Tamer, Turgut Uyar dostluğundan, kendi yazdığı şiirlere; Medrano sirkinde öğrendiklerinden, James Bond rolünü neden kabul etmediğine kadar uzun uzun konuştuk.


Ömür Uzel



VEFAYI, KÖPEKLERİMDEN ÖĞRENDİM

Ben bozkır çocuğuyum. Eskişehir’de zor bir çocukluk geçirdim. Çıyanın, yılanın bile yaşamak istemeyeceği yerlerde yaşadım. Zor hayat şartlarında aileme ekonomik katkı olsun diye bostan bekçiliği yapardım. Tabiatın içinde yapayalnız büyüdüm. İki köpeğim, bir de eşeğim vardı. Ben köpeklerimden dostluğu, vefayı öğrendim. Eşeğimden de sabrı öğrendim.


O TABİAT, BENİ ‘CÜNEYT ARKIN’ YAPTI

Bir gün leylekle yılanın dövüştüğünü gördüm. Leylek, yılana hınçla gaga vuruyor, sonra gidiyor, gagasını bir bitkiye sürtüyor. Demek ki o bitkide panzehir var. Bu tabiat, benim iç dünyamda çok büyük bir zenginlik yarattı. Ben Cüneyt Arkın olurken de olduktan sonra da büyüdüğüm o tabiatın zenginliklerini çok kullandım.


SİRKTE ÖĞRENDİĞİMİ, SİNEMADA KULLANDIM

Türkiye’nin en çok aksiyon filmi çeken jönü oldum. Bunun için gece gündüz çalıştım. Bir gün İstanbul’a Medrano sirki geldi. Orada çalışmak için görüşmeye gittim. Hemen aldılar beni. O sirkte öğrendiklerimi, sinemada uyarladım. Koşan iki atın arasında gitmeyi, koşan ata atlamayı Kazak sirkinde öğrendim. Sırf filmlerimde inandırıcı olabilmek için, 6 yıl siyah kuşak karate yaptım. İşte bütün bunların sonucunda Cüneyt Arkın filmleri ortaya çıktı.


DUBLÖR, BİZANS KOSTÜMÜYLE SETTEN KAÇTI

Hiçbir filmimde dublör kullanmadım. Bir gün, Cüneyt Arkın kendini yüksekten atıp, tehlikeye atmasın diye sete dublör getirdiler. Dublör çıktı yukarıya, alta yastık koyduk -ki ben oradan yastıksız atlıyorum- “Motor” dedi rejisör ama gelen giden yok. Sonra bir baktık, Sultan Ahmet’e doğru bir adam Bizans Kostümüyle koşarak kaçıyor. İyi ki kaçmış. Çünkü seyirci dublör kullandığımı anlasaydı, beni de filmlerimi de ciddiye almazdı.


BİR AY ‘DÜŞME’ ÜZERİNE ÇALIŞTIK

Libyalı bir hocam vardı. Her gün çalışırdık. “Bu işi yapacaksan, önce nasıl düşülür onu öğrenmelisin” derdi. Bir ay boyunca ‘düşme’ üzerine çalıştık. Perendeden önce vurup, yükseleceksin. Çünkü düşmesini bilmezsen kalkamazsın. Tepenin üstüne cip, cipin üstüne masa, masanın üstüne sandalye koydular. Çıktım. On tane at üzerime doğru geliyor. Oradan tramplene zıplayıp, havada uçup, atların üstüne atladım. Bu yaptığımın Türk sinema tarihinde örneği yoktur. Tabii ne kadar güvenli olsa da setlerde çok yaralandım.


CÜNEYT’SİZ, TÜRKÂN’SIZ FİLM ÇEKİLİR AMA…

Cüneyt Arkın’sız, Türkân Şoray’sız, Kadir İnanır’sız film çekilir ama karakter oyuncuları olmadan asla film çekilemez. Onlar tadı, tuzu, lezzetiydi sinemanın. Cana yakın halleriyle seyirciyi perdeye çekerlerdi. Karakter oyuncular, Türk halkının değerlerini yansıtırdı. Vefayı, sevgiyi, azla yetinip dua etmeyi temsil ederlerdi.


O DÖNEMDE TOPLUMDA KUTUPLAŞMA YOKTU

Tek yürek, tek umut, tek amaç vardı. Karakter oyuncularının çizdiği bu değerlerle Türk toplumu bir bütün halindeydi. Bakın! Öyle bir dönemdi ki, yoksulların çocukları bayramlarda bizden daha iyi giyinirdi. Annem tandır ekmeği yapardı. Onu temiz bir beze koyardı. Gecenin karanlığında kimse görmeden bir köşeye bırakırdı. İşte toplumun böyle güzellikleri, karakter oyuncular tarafından işlendi ve bununla da Türk halkı beslendi.


EROL’UN “KIRKAYAK” CEVABI

Erol Taş, Kadir Savun Türk sinemasında en sevdiğim karakter oyuncularıdır. Bir gün yönetmen Erol’a iş verdi. Koşarak sete geldi. Erol’un o dönemde ayağını kesmişlerdi hastalığı yüzünden. Sette gazeteci genç bir kız vardı. Erol’a sorular sormaya başladı. “Bir daha dünyaya gelseniz ne olmak istersiniz?” diye sordu. Gür sesiyle “Kırkayak!” dedi Erol. Hiç unutamam o acısıyla dalga geçişini. Öyle de güzel adamlardı.


BİZİM SETLERİMİZ BİR OKULDU

Atıf Yılmaz, Lütfü Akad, Halit Refiğ Türk sinemasının duayenleridir. Set aralarında saatlerce dinlerdim onları. Her şey konuşulurdu setlerde. Müzik, estetik, sanat, tarih, mimari… Son dönemde birkaç dizide oynadım. Ara verilince herkes bir köşede cep telefonu ile ayrı bir dünyada. İletişim yok, paylaşım yok!


ŞİİR, EŞKIYADIR

Şiir yazmayı seviyorum. Çünkü şiir yüzünden hayatı seviyorum. Böcekleri, kedileri falan da sırf şiir yüzünden seviyorum. Ama şiir eşkıyadır. Dağ ateşi yakar bildiğin. Fakat gönüllerde yakar o ateşi. Hala şiir yazıyorum. Üçüncü kitabımı çıkarmak üzereyim. Sinemaya başlamadan evvel her gün antrenman yapardım. Şiir yazacaksan şair gibi yaşayacaksın.


CEMAL’E, ŞİİR YAZMAK İSTEDİĞİMİ SÖYLEDİM

Cemal Süreya iyi arkadaşımdır. Eskişehir’de tanıştık. Sık sık buluşurduk. 75 Kuruşluk Marmara şarabı alır, önümüze de bir tane şeftali koyardık. Şarap içer, şeftaliden ısırır, sabahlara kadar keyifli sohbetler ederdik. Bir gün ona şiir yazmak istediğimi söyledim. Ertesi gün elli tane şiir kitabı getirdi. “Bunların hepsini ezberleyeceksin” dedi. “Ayrıca heykel, müzik, felsefe ve tarih bileceksin. Ama en önemlisi matematik bileceksin” dedi. Çok doğruydu. Şiir, baştan aşağı matematik. Bugün tekrar matematiğe başladım. Çünkü şiir yazıyorum…


AÇLIKTAN NEFESİMİZ KOKARKEN GAZETE ÇIKARDIK

Ülkü Tamer, Turgut Uyar, Erdal Öz, Cemal Süreya… Hepsiyle güzel dostluğum vardı. Sık sık buluşur, sabahlara kadar tartışırdık. Mesela birbirimizden ödünç mısralar alırdık. Birinin şiirini beğendik diyelim ki “Ya şu mısrayı bana ödünç ver” derdik. Cemal’le de birbirimize ödünç verdiğimiz mısralar olmuştur. Çok güzel günlerdi. O Baylan pastanesi, hepimiz için bir üniversiteydi.



BİR KELİME DÜNYAYI KAPSAR

“Ne kadınlar sevdim zaten yoktular” demiş Attilâ İlhan. Ve şöyle devam etmiş; “Zaten yoktular kısmını yazabilmek için tam üç ayımı verdim.” İşte şiir öyledir. Bir kelime dünyayı kapsar. Dünyada ne kadar anlam, güzellik varsa içerir.


KEMAL TAHİR AŞIĞIYIM

Sait Faik’i çok özel bulurum. İnsanın kokusunu duyarsınız çünkü Sait Faik’in kitaplarında. Rus edebiyatında Çehov ne ise Türk edebiyatında da Sait Faik odur. Sonra Orhan Veli, Camus, Sartre çok severek okudum. Rus edebiyatını tamamen okudum ama ben Kemal Tahir aşığıyım. Bütün Kemal Tahir kitapları başucumda durur. Sıkıldığım zaman oradan sayfalar açar okurum. Yürek zenginliği, insan zenginliği vardır Kemal Tahir’in kitaplarında.


KENDİMİ KORUMAYI BAŞARDIM

İlk çektiğim film ‘Gurbet Kuşları’ idi. Şehre göçün, insanı ve aileleri nasıl tahrip ettiğini anlatır. Kırsal kesimde gelenekler çok önemlidir. Şehre gelince, o geleneği göremedim ben. Müthiş bir tüketim var. O ışıklı vitrinler, şehrin kargaşası insanın kafasını karıştırıyor. Kafası karışmış bir genç her yöne çekilebilir. Ben, bozkırın bana verdikleriyle öylesine bir savunma halindeydim ki, şehrin kargaşası bana dokunamadı. Kendimi korumayı başardım.


“SİZ BU DUBLAJLA NASIL ŞÖHRET OLDUNUZ?”

Bir gün Amerika’dan bir ekip geldi. Türk sineması konusunda araştırma yapıyorlarmış. Bizim filmleri izledikten sonra şaşkın bir ifadeyle “Siz bu dublajla nasıl bu kadar şöhret olabildiniz? Nayır! N’olamaz! diye dublaj yapılmış” dediler. Buna bir türlü anlam veremediler. Ben de onlara “Demek ki seyirciyle çok sağlam bir ilişki kurmuşuz” dedim. Benim dublajlarımı genellikle Abdurrahman Palay yapardı, ancak Toron Karacaoğlu daha iyi konuşurdu beni.


SENARİSTLER, TÜRK SİNEMASININ TEMELİDİR

Safa Önal, Bülent Oran, Erdoğan Tünaş… Sinema onlarla ayakta kalabilmiştir. Mesela Safa Önal, üç yüzün üzerinde senaryoya imza atmıştır. Bir gecede sinema filmi yazıp bitirdiği bile olmuştur. Son derece titiz çalışan mükemmelliyetçi, bir o kadar da mütevazı bir değerdir Safa Önal.


İRAN’DA ‘FAHRETTİN’, UZAK DOĞU’DA ‘LEE ARKIN’

İran’da beş sene kaldım. ‘Fahrettin’ olarak biliyorlardı beni. Her sinemada oynuyordu filmlerim. Uzak Doğu’da ‘Lee Arkın’ oldum. Avrupa’da da ‘Steve Arkın’ bir başka bölgede de ‘George Arkın’ olarak tanıdılar beni. Farklı coğrafyada, farklı dilde, farklı kimlikte insanlar tarafından sevilmek de ayrı güzeldi.


JAMES BOND ROLÜNE ISINAMADIM

Bana James Bond rolü teklif edildi. Gittik, bir süre orada kaldık. James Bond filmleri Amerika’nın sembolüdür. Amerika’nın bütün egosu, bencilliği, açgözlülüğü var James Bond’ta. Ama benim Malkoçoğlum öyle mi? Ne güzel halk kahramanı ya! James Bond’a hiç ısınamadım. Hemen geri döndüm, geldim Malkoçoğlu oynamaya devam ettim. Karımla o nedenle bir süre dargın yaşadık.


YEŞİLÇAM’IN BÜYÜSÜ

Yeşilçam, görsel olarak duyguları yaşatıyor. Özlemleri yaşatıyor. O nedenle seyirci, Türk sinemasında özlemlerini, umutlarını, hatıralarını buluyor. Yeşilçam, seyirciye bu güzellikleri sunarak var oluyor. Var olmaya devam da edecek. Yeşilçam’ın büyüsü burada. Hiçbirimiz Yeşilçam’dan vazgeçemiyoruz.


MALKOÇOĞLU MEYHANEDE!?

Yeni dönemde çekilen tarihi diziler, hataları da eksikleri de olsa bence yararlı. O tarihi, o duyguyu yaşatıyorlar. Gençlerin, tarih bilincinin gelişmesine katkı sağlıyorlar. Ama eleştirdiğim çok detay var. Dizinin birinde Malkoçoğlu meyhaneden çıkmadı. At sırtından inmemiş Malkoçoğlu, ha bire meyhanede! Olacak iş değil. Ama yine de böyle yanlışlıklara rağmen bu tarz diziler çekilmeli.


BİR CÜNEYT ARKIN DAHA GELMELİ

Ben sinema için Anadolu’yu gezdim. 26.000 tane türkü topladım. Çünkü Kemal Tahir “Bana bir halkın türkülerini dinletin, ben size o halkın ne olduğunu söylerim” der. Ben de o nedenle ne kadar türkü varsa topladım. Halkı, o türkülerde çok derinden hissediyorsunuz. Bence her sanatçı bunu yapmalı. Hangi sanatla uğraşırsan uğraş, halkın içinde olacaksın. Müzisyensen de, yazarsan da halkla yiyip içeceksin. Yeni dönem sinemacılar bunu yapmıyorlar. Yaparlarsa bir tane daha Cüneyt Arkın gelir bu ülkeye. Bence yapmalılar ve mutlaka bir Cüneyt Arkın daha gelmeli.



Fotoğraflar: Cem Gültepe

Comments


bottom of page