top of page

BİZ İNSANI OYNADIK, ŞİMDİ ÇOĞU YARATIK


METİN AKPINAR…

Yıllardır yüzümüzü güldüren, samimi, aydın, naif, bilge bir sanatçı.

Sahne ve sinemamızın en büyüklerinden.

Gülmeye doyulamayan bir komedyen olmasının yanı sıra dinlemeye doyulamayan bir entelektüel.

Okan Üniversitesi’nde ders verdiği amfide buluştuk, uzun uzun konuştuk.


ÖMÜR UZEL



MAHALLE KÜLTÜRÜ

Eskiden komşuluk diye bir olay vardı. Mahalle kültürü vardı, biz öyle büyüdük. Filmlerde de bu kültürü vurguladık. O yüzden sıcak, samimi, mutlu filmler çektik. Eşimle o kültür sayesinde tanıştım. Karşı daireye taşındılar. Eskiden mahalle kültüründe yeni taşınana yemek götürülürdü. Annem düğün çorbası yapmıştı. Ekmeğini, suyunu tepsiye koydu, götürdüm. Böylece eşimle tanıştık. Oradan yandı başım. Mahalle kültüründe bir çorbaya gittim.


SADIK ŞENDİL, ERTEM EĞİLMEZ VE BİZ

Sadık Abinin (Sadık Şendil) dramatik yapıyı iyi bilmesi ve işlemesi çok büyük avantajımızdı. Dramatik yapıyı ondan öğrendik. Biz de Ertem Abiye bildiğimiz mizahı taşıdık. O da bize sinemayı öğretti. Oradan mükemmel “sentimental komedi” diye bir okul çıktı. Başyapıtlar hâlâ gündemde. Köyden İndim Şehre, Salak Milyoner… Bunlar müthiş yapıtlar. Türk sinema tarihinde insanın zaaflarını vurgulayan, necip Türk milletini iyi anlatan filmlerdir.


NİYE MÜNİR ABİ, HULUSİ KENTMEN OLMASIN?

O mahallede kalsa mıydık? Hayır, beraber kalkınmak gerekli. İlla istismara uğramış bir ustabaşının hayatı öyle devam etsin diye istemek yanlış. O, fabrika müdürü de olmalıydı. Niye Münir Abi, Hulusi Kentmen olmasın? Normal gelişme öyle olmalı. İyiler gelişmeli büyümeli, ötekiler de başka bir yere gitmeli.


YEŞİLÇAM’IN YANLIŞLARI DA VARDI

Yeşilçam filmlerinin hepsi o tadı veren filmler değildir. Birbiri üstüne çakışan yanlışları çoktur. Yardımcı rolleri hep aynı insanlar oynar mesela, bu hiç doğru değildir. Rahmetli Zeki Bey vardı, hep doktor rolü ona verilirdi ama tansiyon ölçmeyi bile bilmezdi. Kavgacılar aynıdır. Bir mermi alınca sekiz takla atıp, uçarlardı. İnsan mermi alınca uçar mı? Yumruk sesi, iki tahtanın birbirine çarpmasıyla yapılırdı. Sigara jelatiniyle yangın sesi yapılırdı. Filmlerimiz Londra’ya giderdi yıkanmaya. Türk sineması buralardan geldi. Teknik olarak böyle zayıfken; dramatik yapı olarak, senaryo olarak da hep birbirinin aynıdır.


“ASLAN BACANAK” FİLMİNDE BACANAK YOK

Sinemada çoktur böyle yanlışlar, biz de atlamışız. Ben İstanbul’da doğdum, büyüdüm. Çevrem kabadayıydı, delikanlıydı. Onları izledim. Dağarcığımda biriktirdim. Delikanlı, kafayı nasıl atar, elini nereye koyar iyice öğrendim. Bana dediler ki “Gözlem yapınca iyi oynuyor!” Ben hayatımda hiç padişah görmedim, kalktım padişah oynadım; “Ne güzel padişah oynuyor!” dediler. Onlar da görmemişlerdi ki… Nereden biliyorlardı iyi padişahı?

***

Sinemada herkesin katkısı vardır ama ana iş yönetmendedir. Senaryo da çok önemli. İyi senaryodan kötü film yapmak zordur; yönetmen bile bozamaz. Ama kötü senaryodan iyi film yapmak da yönetmenin işidir. Sinemada “Ben yaptım, oldu” diye bir şey vardır. Onun kendi doğruları, kendi içindedir. Aslan Bacanak filminde bacanak yoktu mesela. Öyle, aradan kaçmış işte.



FİLM ÇEKERKEN DAYAK YEDİK

Yıl 1974. Ankara’da Köyden İndim Şehre filmini çekiyoruz. Cumhuriyet Bayramı’ydı. Bayrak arıyorduk. Bir binada bayrak bulduk. Hemen kurduk kamerayı. Bizimkiler çuvalla bayraklı binanın önünden geçecekler. Derken binadan birkaç kişi indi “Burada film çekemezsiniz” dediler. Yasakmış. Ertem Abi de 45 kilo, kısık sesli, modern kavuklu bir adamdı. “Oğlum, film çekeceğiz. Ne karışıyorsunuz?” diye adamlara kafa tuttu. Bunun üzerine biz araya girdik ve bir itiş kakış yaşandı. Ancak ne olduysa bundan sonra oldu. Bir anda binadan yetmiş kişi çıktı. Bizi derdest edip, kenara fırlattılar. Meğer orası, milliyetçi militanların yetiştirildiği yurtlardan biriymiş.


HABABAM SINIFI BİZİZ!

Biz, Ulvi Uraz hocamla Hababam Sınıfı’nı tiyatroda ilk oynayan ekibiz. Hababam Sınıfı biziz ve biz Rıfat Abinin eserini oynadık. Mükemmel bir oyundu, 700 bin bilet kestik. Zeki, Tulum Hayri’yi oynadı; ben Refüze Ekrem’i oynadım. Hababam Sınıfı bizim için orada kaldı. Sonradan Ertem Abi sinemada Hababam Sınıfı’nı çektiği dönemde, biz artık onunla çalışmıyorduk. Parasal olarak daha cazip gelen teklifler olmuştu ve Erman Film’e geçmiştik.


GİŞE FİLMİ - SANAT FİLMİ AYRIMINI SEVMİYORUM

Gişe filmiyle ödül filminin ayrı olmasına çok kızıyorum. İyi gişe yapan sanat filmi yapılmaz mı Allah aşkına? Yapılır. Niye bir film yapıyorsunuz 3 milyon kişi giriyor? Niye bir film yapıyorsunuz, ödül alıyor ve 400 kişi giriyor sinemaya? Burada ciddi bir yanlış var. Hem gişe yapan hem de iyi film yapmak mümkündür. Biz yaptık, şimdi niçin yapılmıyor? Bir işin çivisi çıkınca her şeyde birden çıkıyor; siyasete, ticarete, sanata taşıyor. O seviyesizlik maalesef hemen hissediliyor.


AMERİKAN SİNEMASI

Amerikan sineması ciddi bir sinemadır. Enerji baronları, Silikon Vadisi, silah baronlarından sonra en büyük gelir kaynağı sinemadır. Amerika’ya 10 milyar dolar para sokar. Ayrıca kamuoyu oluşturur, dünyaya kendini affettirir. Kendi geğirir, kendi “estağfurullah” der. Bir sanat dalıdır o. Çok iyi filmler izledik, Altına Hücum gibi kült olmuş filmler; Bisiklet Hırsızları, Potemkin Zırhlısı... Ama ben Fransız ve İsveç sinemasını severim. Yani insani ilişkileri işleyen şeyleri severim.


GÜNÜMÜZ KOMEDİSİ BİRAZ TUHAF

Günümüz komedi eserlerinin mizah anlayışı biraz tuhaf. Biz insanı oynadık, şimdi çoğu yaratık! O yüzden de bizi kadın ve çocuk sanat tüketicisi çok sevdi, benimsedi, yakaladı. Günahıyla sevabıyla, teriyle insan oynadık biz.


ÇALIŞIRKEN HİÇ TV İZLEMEZDİM

Tabii son zamanlarda artık biraz yaşlandık. Eski hızımla okuyamıyorum. Televizyona esir olduk maalesef. 4-5 saat televizyon izliyoruz. Ben çalıştığım dönemlerde hiç televizyon izlemezdim. Eşim kayıt yapardı, benim görmemi istediği şeyleri. Akşam yemekten sonra bakardım onlara. Ama şimdi öyle değil, açıyoruz saatlerce izliyoruz ve bütün kötülükleri görüyoruz çok şükür.


BANA, ÖĞRENMEYİ ÖĞRETTİLER

Hem oyunculuk yeteneği hem de beynin kapasitesi anlamında yaradılıştan gelen bir öz olduğunu kabul etmek gerekiyor. Yani sizin DNA’nızla taşıdığınız bir ana yapı var. Lotus çiçeğinin kendi özü var. Bunu bilgiyle donatır, deneyimle güçlendirirseniz sağlam bir kişiliğiniz olur. Öz, bilgi ve deneyim, insanı insan yapan faktörlerdir. Ben de onu yapmaya çalıştım. İlkokuldan itibaren hep iyi hocalarla çalıştım. Bana, öğrenmeyi öğrettiler. Sanat yaşamımda da öyle. Ulvi Uraz, Haldun Taner, Ertem Eğilmez… İyi yerlerden, doğru kaynaklardan bilgi birikimimi sağladım. O yüzden de ben çıktım ortaya. Çok şükür “benden” memnunum.


GERÇEKÇİ TİYATRO

Kabare tiyatrosu; şaka tiyatrosu, alay tiyatrosu, başkaldırı tiyatrosu, isyan tiyatrosudur; hatta ironi tiyatrosudur, hüzün de içerir. Politik hiciv yapar. Dramatik tiyatrodan farklılıkları; zamanda birlik, yerde birlik, konuda birlik gibi katı bir çerçeve içerisinde değildir. Asırlara da seslenebilir, anlık gerçeği de sahneye çırılçıplak koyabilir. Yanılsamacı bir tiyatro değil, gerçekçi bir tiyatrodur. Günceli takip eder.


KABARE, BÜYÜTEN BİR AYNADIR

Shakespeare, “Dünyayı sahnenin aynası” olarak tarif eder. Kabare tiyatrosu ise bir dev aynasıdır; iç bükey bir aynadır. Biraz büyüterek anlatır her şeyi. Kötüyü gözüne sokar, pis kokuyu burnuna üfler, gürültüyü kulağına verir ki “Bunları yapma! Bu pozisyonlara düşme!” der. Haldun Taner sayesinde bizim yakalamaya çalıştığımız kabare türü bildiğiniz anlamda Fransa’daki “Le Chat Noir” gibi ya da Rusya’daki “Kapustniki” tiyatro gibi değil. Biz geleneksel Türk tiyatrosu ile çağdaş kabarelerin sentezini aramaya çalıştık. Bulduğumuz noktada da başarılı olduk.


38 SENE ZİRVEDEYDİK

Sahneye çıkıp, üzerinize ışık tutulunca her şey bitmiyor; orada başlıyor esasında. Hem agresif hem de çok duygusal şeyler de üretmek mümkün oluyor. Biz başladığımız zaman bilmiyorduk, izleyicimiz de bilmiyordu. Hep beraber kabareyi öğrendik. 38 sene zirvede kaldık. Her oyunumuz çok iyi çalıştı. Maalesef sadece altı oyunumuzun kaydı var. Video yoktu ki o zaman. Ses bantlarımız vardı. Orhan Gencebay’ın kardeşi Burhan Gencebay yapmıştı onları. O kasetler çıkıyordu. Görsel yoktu.


TİYATROMUZU KAPATAMAZLARDI

Kabare tiyatroları her yönetimde yaşamayı başarmış bir türdür. En otokratik, en teokratik rejimlerde nefes alabilmiş; en liberal rejimlerde de eleştirecek bir yan bulmuştur. Çünkü onun kendi freni vardır. Çok ısırmadığınız, çok zedelemediğiniz zaman yaşayabilirsiniz. Tiyatro kaldırılamaz. Tiyatro, toplumun vazgeçilmezidir. Ana damarlarından biridir. O yoksa, ona ilgi azalmışsa toplum dejeneredir, gidiyordur. O toplum zaten ayakta kalamaz. Bugün kabare tiyatrosu var olsaydı, gayet güzel yaşardı. Sıkıntı olsa bile tiyatro bir yol bulur kendine. Ve yine söyleyeceğini söyler. Biz hiç tiyatro kapanması gibi bir durumla karşılaşmadık, çünkü tiyatroyu kapatacaklarını anlayınca tatile çıkardık.


TAKLİT, HER DÖNEMDE YAPILIR!

“Eskiden siyasilerin taklitleri yapılırdı, şimdi yapılamıyor” diye bir inanç var. Şimdi bakın, taklit başka bir şeydir. Onlara zaten ‘imitatör’ denir. Aktör de denmez. Taklit, bir bölümüdür işin. Biz de kullandık. Dershane diye bir oyun oynadık. Orada Süleyman Demirel de vardı, Ecevit de, Erbakan da. Hatta sonunda askerlik hocası geliyordu. Rahmetli Ecevit “Sonunda askerlik hocası gelmesin” diye ricada bulunmuştu. Ama “Şimdiki liderlerin taklidi yapılamıyor, bir korku imparatorluğu var” sözlerine ben inanmak istemiyorum. Her dönemde yapılır. Biz, bugün aktif olsak yapardık!


OYUNU KESTİLER, SAHNEDE YEMEK TARİFİ VERDİM

Biz de nerelerden geçtik biliyorsunuz, kaç tane ihtilal gördük! 1967’de kurulduk. 72’yi biliyoruz, 80’i biliyoruz. Bütün darbeleri, darbemsileri beraber yaşadık. O devirlerde de çok şükür hep konuştuk. Sıkıntı çekmedik mi? Çektik tabii. İzmir’de sıkıyönetim komutanı geldi, oyunun 45 dakikasını kesti. Biz Zeki ile tavla oynayarak doldurduk o bölümü, yetmedi ben yemek tarifi verdim ama yine oynadık.



MİZAH, TERBİYELİ HÜCUMDUR

Mizah; eğitilmiş, terbiye edilmiş bir hücumdur. Bir hiciv olacak ama biraz ehlileştirilmiş olmalı. Daha dizginlenmiş, hafif hâkim olunmuş olmalı. Öyle çok hızlı, mermi gibi girmeyecek. Biz de bunu yaptık. Hem rafine espri hem de apaş bohem espri veriyorduk. Her gelen sanatsever her aradığını bulabiliyordu. Rafine espri arayan, onu bulduğunda mutlu oluyordu; ötekine katlanıyordu. Öteki de diğerine. Böyle bir çizgi tutturduk. 7’den 70’e hitap ettik. Çok da başarılı olduk, bu konuda tevazu gösteremeyeceğim.


MİZAH, TOPLUMUN GELİŞMİŞLİK DÜZEYİNİ AÇIĞA VURUR

Mizah (gülmece) zekâya hitap eder. Bir toplumun kapasitesini mizah anlayışından görebilirsiniz. Espriyi vurduğunuz zaman reaksiyon bovvv diye geliyorsa, aydın bir topluma hitap ediyorsunuz demektir. Eğer Japonbalığı gibi bakıyorsa, o toplum biraz karanlıkta kalmıştır; alacakaranlıktadır. Daha aydınlanmasına vakit var demektir.


SANAT TÜKETİCİSİ BİLİNÇLİ OLURSA…

Sanat tüketicisinin eğitimi önemlidir. Sanat tüketicisi bilinçli olursa sanatçıdan da, siyasi otoriteden de bilinç talep eder. Rafine olmayan bir şeyi yaptığınız zaman reddeder. Rafine ve doğru bir iş yaptığınız zaman sizinle beraber olur. Sizi biraz da o yönetir. O yüzden siyasi otoritenin, sivil inisiyatiflerin, belediyelerin hatta sanat tüketicisinin tamamının iyiyi, doğruyu talep edebilmesi önemli. Onu başarırsak, sanat da yükselir gider. Başaramazsak, bazı gereksiz filmleri üç milyon kişi izler, sanat filmlerini dört yüz kişi izler. Bununla karşılaşırsınız.


GÜLMECE GEREKSİNİMDİR

Gülmece durmayan bir şeydir. Ve ciddi bir gereksinimdir. Gelecekte de durmayacaktır ve asla gerilemeyecektir; çünkü gereksinimdir. Gülme dediğimiz şey, insan için de çok sağlıklı bir şeydir. En basitinden yüz kaslarınız çalışır. Otuz beş santimetrekaredeki sinirleriniz çalışır. Hem içerik bakımından hem de oksijen bakımından aydınlanırsınız. Gülmek, serotonin salgısını artırır ve mutlu olursunuz. O yüzden mizahsız toplum olmaz.


MİZAH MUHALİFTİR

Mizah, muhaliftir ve işlerin kötü gittiği yerlerde mizah daha iyidir. Onun için Krokodil (Rusya’da bir mizah dergisi) 500 bin satıyordu. Bizde de durum böyledir. İşler iyi gitmeye başlayınca mizah malzemesi azalır.


POLİTİKA, TİYATROYU ÖNEMSEMELİ

Maalesef, tiyatro burjuva sanatıdır. Biz bunu ne kadar aşağı indirebilirsek, ne kadar yayarsak o kadar eğitim aracı olur. Tiyatroya gitmeyi kolaylaştırmak, bedelini ucuzlatmak gerekir. Bu sanat politikasını siyasi otorite de uygulamalı, belediye de. Vergiler de ona göre olmalı, salon da ona göre olmalı. Çünkü sahiden toplumun vazgeçilmezi olduğuna herkesin inanması lâzım. Eğer birileri inanmazsa gerçekten geriler.


İNSANA VARAMADIK!

Yıllar önce Kandemir Konduk’un yazdığı bir oyunu sahneye koyduk: İnsanlığın Lüzumu Yok. İnsanın içindeki hayvanı irdeleyen bir oyun. Biz insanlar 300 bin senedir dünyada varız. Ama hâlâ yoldayız diye düşünüyorum. Olması gereken insana daha varmadık. Bir sürü yanlışımız var. Öfkemiz, kinimiz, çiğliğimiz, düşmanlık güdümüz ve öldürme içgüdümüz var. Seri katil olunur mu ya? Devlet idam eder mi, devlet can alır mı? Onun için daha yoldayız. Ama iyiye doğru gidecektir. Yoksa bütün evrimini reddetmesi lâzım. İşte oyun da insana “İçindeki hayvanlığın lüzumu yok!” diyor. Dünyada da bu böyle.


MODERN VE RAFİNE MİZAH

Gülmece kuramlarının değişmesi lâzım. Birincisi, üstünlük kuramı. Biri düşer, gülersiniz. O siz olmadığınız için mutlu olursunuz ama bu ayıp artık! İkincisi, rahatlama kuramı. Benim söyleyemediğimi, sahnedeki söylerse ben “Oh!” derim. Bu da ayıp. Niye ev ödevi veriyorsun başkasına? Yapacaksan kendin yap! Talep et, siyasi otoriteden sen iste. Üçüncüsü de uyumsuzluk kuramı. Türk mizahında en ilkel espri, aksiyon esprisidir. Yürüyen biri küt diye bir yere çarparsa gülünür. İkincisi, insan salgılarıyla yapılan espridir. Tükürük, gözyaşı, balgam… Bizim toplum, “Tu Allah belanı versin” deyince güler. Bu da ilkeldir. Çağdaş ve rafine mizahta olması gereken şudur: Sosyolojik, psikolojik, ekonomik olarak toplumla uyumlu, dengeli olmayanla alay etmektir.


UĞRUNA ÖLÜNESİ ÖZGÜRLÜKLER YOKTUR

Uğruna ölünesi özgürlük yoktur. Bu çok iddialı bir laf ama doğrudur. Özgürlüklerin ne kadar sınırlanacağı konusunda konsensüs vardır. Çok özgür bırakırsanız yanlış işler de yapar insan. Çok kısıtlarsan, o da olmaz. En azından ayıp olur. O nedenle özgürlüklerin ne kadar serbest, ne kadar sınırlı olacağına yönetenlerle, yönetilenlerin birlikte karar vermesi gerekir. Bunun da adı zaten demokrasidir. Sanata gelince, sanat mutlaka özgür olmalıdır.



LAİKLİK YANLIŞ TANIMLANDI

Laikliğin tarifini yeniden yapmak gerek. “Devlet işleriyle, din işlerinin ayrılmasıdır” dediler. Değildir! Din işleri ile devlet işleri çeliştiğinde, devletin bunu düzeltmesidir laisizm. İnanana da inanmayana da eşit uzaklıkta durur ama hepsini özgür bırakır. Yeter ki şiddet unsuru kullanılmasın, dayatma olmasın. Buna bir açıklama getirmek gerek: Şiddet unsuru olmaksızın da dayatma olur. Bu da olmamalı. Merhum Sosyolog Şerif Mardin’in “Mahalle baskısı” dediği olay, şiddetin çok benzeridir. Herkes başını örtüyorsa sen orada açık dolaşamazsın. Orada özgür değilsindir. O yüzden laiklik, bütün inanç sistemlerine, ateist olsun, deist olsun, imanlı ya da agnostik olsun hepsine eşit mesafede durur. Saygılıdır ama birbirlerini üzmelerini, yormalarını engelleyen bir sistemdir.


SEKÜLER OLMAZSANIZ HUKUK SİSTEMİNİZ TARTIŞILIR!

Sekülarizm çok daha gerekli, ama çok daha farklı bir sistemdir. Sekülarizmin kaba tarifi, “Kamu yönetimi, dinî esaslara dayandırılmaz”dır. Onun için laik ve seküler toplumlar, çağdaş ve demokratik toplumlar olurlar. Seküler olmazsanız, dinî inançlara bağlı yönetim yaparsanız o zaman hukuk sisteminiz tartışılır. Miras meselesini Maide Suresi’ne göre mi çözeceğiz? Yoksa 17 Şubat 1926’da İsviçre’den aldığımız Medeni Kanuna göre mi? Buna karar vermek lazım.


ATATÜRK’ÜN DEVRİMLERİNE DOKUNULAMIYOR

Biz iyi bir ülkeyiz. Kimin sayesinde? Mustafa Kemal Atatürk sayesinde. Niye? Laikiz, seküleriz, eleştirel akıl kullanıyoruz. Bakın, Mustafa Kemal o kadar büyük bir insan ki, yaptığı devrimlere dokunulamıyor hâlâ. Karşı devrim gelişmesine rağmen yıkılmadı. Dünyanın dışına düşemezsiniz ki. Üzerinizden bu kadar alışveriş geçerken siz cumayı nasıl tatil yapacaksınız?


İSLAM SOSYAL DEMOKRAT BİR DİN

Din, sosyal yönü olan bir kurumdur. Bu asla inkâr edilemez. Çok gelişmiş bir din de İslâm dinidir. Aslında en sosyal demokrat dindir. Yardımlaşmayı, paylaşmayı bu kadar öngören, iyiliği, güzelliği, yetim başı okşamayı bu kadar teşvik eden başka bir din yok. Doğrusunu alıp uygularsanız mükemmeldir. Zorlarsanız ve yanlış yorumlarsanız dayanılmazdır. O yüzden laik, seküler ve eleştirel akılla yönetilmek gerekir. İnsanlar buna layıktır. Aksine de müstahak değildir.


MUSTAFA KEMAL BİR FÜTÜRİSTTİ

Atatürkçülük sonradan çıktı. Asıl olan Kemalizm’dir; fakat Kemalist yönetim ve sosyalist yönetim! Bu ikisi bağdaşmıyor. Ben onları bağdaştırmayı çok isterdim. Biz bir türlü beceremedik o işi ama Mustafa Kemal’i doğru değerlendirmek, bizim koşullarımızda imkânsız görünüyor. O sadece bir asker değildir. Aynı zamanda müthiş bir strateji uzmanıdır. Ayrıca mükemmel bir fütüristtir. 1991’de Sovyet Rusya’nın patlayacağını 1936’da söylemiştir.


ATATÜRK’Ü DEĞERLENDİRECEKSEK, NIETZSCHE’LEŞMEK LÂZIM

İstiklal Savaşı kağnılarla, evdeki arpa, buğdayla kazanıldı ama Rusya’dan da çok ciddi para aldık. Eğer Bolşevizmi yasaklasaydı Atatürk, Rusya o yardımı yapmazdı. Onlara da o ümidi veren bu stratejidir, bu zekâdır. Onun için o dehayı değerlendirirken deha seviyesine yükselmek, biraz Nietzsche’leşmek lazımdır. Çok aşağılardan değerlendirilmez o. Dağın eteğinden bakınca, zirvesi farklı görünür. Oraya ulaşmaya çalışmak lazım.


ORHAN PAMUK ELBETTE İSTEDİĞİNİ YAZMAKTA ÖZGÜR…

Orhan Pamuk, kötü bir yazar değildir. Hiçbir yazar kötü değildir. Bence söyleyecek sözü olan, bunu her yerde anlatmalı. Bir defa orada anlaşalım. Söyleyecek sözü olan, bunu kağıda da yazar, cama da yazar, binaya da yazar. Ham filme de yazar. Ama itiraf ediyorum, ben Orhan Pamuk’u hiçbir zaman severek okumadım. Orhan Pamuk, istediğini yapmakta özgürdür ama ben de düşündüğümü söylemekte özgürüm. Ödül almadan önce, evrensel boyutta herkesin hoşuna gidebilecek ama ülkem lehine olmayan şeyler mırıldanmıştır.


TÜM KLASİKLERİ OKUDUM

Övünerek söyleyebilirim ki, dünya klasiklerinin hepsini okudum. A. J. Cronin’den tutunuz, Sovyet yazarlarına kadar. Dostoyevski, Tolstoy, Anton Çehov, Ivan Gonçarov, ayrıca Balzac, Victor Hugo… Türk edebiyatında da Hüseyin Rahmi, Sait Faik, Haldun Taner… Tabii Ömer Seyfettin de okuduk. Kadınları üst üste koyup, karnını deşenleri de biliyoruz. Aktör olmak için, bunları bilmek lazım. Raskolnikov’u tanımazsanız suçu, suçluyu nasıl anlayacaksınız da oynayacaksınız? Kafka’nın Ceza Sömürgesi’ni bilmezseniz müstebit bir yönetimin insanın sırtına harfleri kazıtan bir alet icat etmesini nasıl algılarsınız? Okumak elzem. Eskiden beş şey öğrendiniz mi âlim olurdunuz, şimdi kitaplardan el çektiniz mi, 15 günde cahil oluyorsunuz. Sizi cehaletten kurtaracak tek şey; okumaktır!


FOLKLOR, HARS, KÜLTÜR…

Edebiyat, vazgeçilmezdir ama bunun için folklor, hars ve kültür birbirinden ayırt edilmelidir. Üçü başka başka şeylerdir. Folklor yöreseldir. Folklorun içine şarkı girer, türkü girer, şiir girer, dans girer, yemek girer, büyü girer… Folklorunuz, saygın, güvenilir ve gelecek kuşaklara anlatılır olmalıdır. Yoksa zaten gelişmez. Orada kalır, şişer. Hars ise belli popülasyonların, belli folklorları sürekli kullanmalarından doğan bir şeydir. Türk harsı, Ermeni harsı, Rum harsı bu demektir. Kültür de, bütün bunların uzun yıllarda birikmesi ve geçirgen olmasıyla sağlanır. Bizim yaşadığımız coğrafyada yaşayan medeniyetlerin birikimlerinden istifade bize özgü bir kültürün gelişmemiş olması büyük kayıptır. Biz ülkemizdeki bu müthiş kolajdan özümsenmiş bir kültüre ulaşamadık.


BEYİN VE ANNE

Sadece beynin gelişim evrimi aşağı yukarı iki buçuk milyar yıl. İnsanın evrimi iki buçuk milyon yıl. İnsan beyninin yapısı 100 milyar hücreden oluşuyor. Her hücrenin 10 bin ila 30 bin arasında ara bağları var. Bunun gelişmesi, hücrelerarası elektrikle çalışıp kimyayla anlaşması ilk yetiştiği ortama bağlı. Ara bağlar doğduktan sonra oluşuyor. Eğer bu ara bağlar kültürel, ekonomik açıdan sağlam ve iyi bir coğrafi çevrede, temiz su ve sağlıklı gıda kullanılan ortamda gelişirse, o insan “iyi insan” olur. Bunu da yönlendirecek olan evde annedir. Ara bağlar burada oluşuyorsa annenin eğitimi ve annenin de çocuğa verdiği eğitim çok önemlidir. Anne iyiyse, çocuk kurtulur. Yani her şey annede başlar.


DENGEDE KALMAYI BAŞARIN!

Her konuda dengede kalmayı başarabilmek çok önemli. Denge çok önemli bir unsurdur. Zıtlıkların da dengesi vardır: Allah’ta da vardır, beyinde de vardır, Karl Marx’ta da vardır… Bu dengeyi tutturduğunuz zaman mutlu olursunuz. Ne çok serotonin, ne çok dopamin. Denge!


ZEKİ’YLE HİÇ BENZEŞMEDİK VE ASLA AYRILMADIK

Ben fatalist (kaderci) sayılmam. Kadere inanırım ama kaderci değilim. Ancak şunu ifade etmeliyim, Metin Akpınar ve Zeki Alasya’nın yazgısı birlikte yazılmış gibidir. Zeki’yle Milli Talebe Birliği’nde tesadüfen tanıştık. İkimiz de ortanın altı ekonomik ve kültür yapısından beslendik. Öyle büyüdük. Ben Aksaraylıyım, Zeki Lalelili. Babalarımız İbrahim Ethem Ulagay kimya evinde çalışırdı. Annelerimizin cenazesinde imamlarımız bile aynıydı. Yani bizi sürekli bir araya getiren bir yazgı var gibi görünüyor. Biz de bunu doğru kullanmayı bildik. Zeki ve ben kader birliği ettik.


ZEKİ’YLE ARAMIZDA DEMOKARSİ VARDI

Bizde empati kültürü vardı. Bugün ben çocuklarıma bunu anlatırken zorluk çekiyorum ama biz uyguladık. Bilmeden uyguladık, sonradan adını koyduk. Biz Zeki’yle birbirimize volümümüzü açarak hiç konuşmadık. 1962’de tanıştık. Daha yeni, kader ayırdı bizi. Yıllarca, bir kere bağırmadık birbirimize, ki aynı kafa yapısında iki insan da değildik. Biz de demokrasi vardı.


FARKLI DÜŞÜNCELERİN BİRARADALIĞI

Demokrasiyi bugün bize “eşitlik” diye tarif ederler; değildir! “Çoğunluğun hâkimiyeti karşısında azınlığın haklarının korunduğu kurum ve kurallar” diye tarif ederler; değildir! Demokrasi, birbiri ile aynı düşünmeyen, birbirine tam karşıt düşünenlerin, şiddet unsuru kullanmaksızın birlikte yaşayabildikleri ortamın adıdır. İşte biz de Zeki’yle bunu yaptık. Bunu yapabildiğimiz için yan yanaydık. Ve o kader birliği bizi çok doğru noktalara taşıdı. İnanç bakımından, ideolojik tavırda, karakterde birbirimize yakın tipler hiç değildik ama demokrattık.


LAUREL & HARDY BÖLÜNDÜ, BİZ BÖLÜNMEDİK

Stan Laurel & Oliver Hardy 25 sene birlikte çalışmışlar. Sonra bölünmüşler, 5 sene ayrı kalmışlar ve bir emprezaryo onları tekrar birleştirmiş. Ama kesintisiz birliktelikleri 25 sene; bizim daha uzun. Tabii burada başarıyı da göz ardı etmemek lazım. Başarısız olsaydık bu kadar uzun sürmeyebilirdi ama biz başardık. Birlikte çalıştık, birlikte büyüdük ve biz, beraber başardık.


BEN OYARDIM, ZEKİ BOYARDI

Zeki’yle çok parasız kaldığımız zamanlar oldu. Satmak için kaşık yapardık. Ben oyardım, Zeki boyardı. Çok da güzel bir kaşık yaptık; kepçeyle kaşık arası bir şeydi. Taksim’de bir dükkâna koyduk. Onlar da hemen vitrine koydu. Her gün önünden geçerdik, satıldı mı acaba diye. Bir gün yine önünden geçtik dükkanın, bir baktık kaşık yok!? Hemen daldık içeri. Sevindik tabii, 35 Lira alacağız. Adam ne dese bize? “Valla sizin kaşık satılmıyor, biz onu arkaya koyduk.” Yani “Biz eskiden Zeki’yle parasız kaldığımız zamanlarda kaşık yapar satardık” diyemiyoruz, çünkü satamadık... Satsak mutlu olacaktık.


ZEKİ, MÜTHİŞ BİR ADAMDI

Oral fiksasyonu vardı Zeki’nin, inanılmaz şeyler yapardı. Şam fıstığı kabuğunun yarısını düşünün. O böyle çukur sandal gibi bir şeydir. Onu ağzına atar, kenarda yumuşatır ve düzeltir. Kabuğu dikdörtgen haline getirirdi. Elini kullanmadan, ağzıyla eşit parçalara keser, üst üste koyar, sigara paketinin kırmızı jelatiniyle fiyonk yapardı. Elini hiç kullanmadan! Bir toplu iğneye, diliyle ve dişiyle düğüm atardı. Nurlarda yatsın evlâdım…



ŞARKI SÖYLEME TAKLİDİ YAPIYORUM

Ben Hafız Yaşarlarla, Hafız Kemallerle, Hafız Burhanlarla büyüdüm. Evdeki gramofonda bunlar çalınırdı. Kulağımızda bu motifler oldu hep. Nota bilmem ama kulak hafızam var. Aşağı yukarı 150 şarkıyı kusursuz söyleyebilirim, 500 şarkıya eşlik ederim, 3 bin şarkıyı da bilirim.

Avni Anıl Hoca der ki, “400-500 parçayı usulüyle söyleyemiyorsan şarkıcı olma!” Ben usul vurmayı bilmem. Doğru nota basmayabilirim. Onun için şarkıcı olmam benim yanlış olurdu. Ben şarkı söyleme taklidi yapıyorum. Sadece iyi yapıyorum, o kadar.


KLASİK TÜRK MUSİKİSİ, SARAY MUSİKİSİDİR

Klasik Türk Musikisi, saray musikisidir. Maalesef öyle. Bu nedenle topluma mal olamamıştır. Perdesiz sazlarla icra edilir. Bir notunda dokuz koma vardır. Çeyrek seslerle çalınır. O bir zenginlik getirir. Batıya geçince iş piyanoda gama takılır. Bu sıkınca armoniye, çok sesliliğe geçtiler. Türk Musikisi tek sesli bir musikidir. Beş tane tek sesli sazla çalınır. Arabesk musikide çok ses yoktur, çok saz vardır. Biz onlara “Vivaldiler” deriz. Sekiz tane keman çalar, yayı da aynı çekmezler. Kimi iner, kimi çıkar; mektepliler aynı çeker.


CAZ, ALT KÜLTÜRÜN ÜRÜNÜDÜR

Ülkelerin müziklerinin evrensel olması da belirli kurallara dayanır. Mesela caz, New Orleans'ta cenaze merasiminden çıkmış bir müziktir. Alt kültürün ürünüdür, üst kültür kabul etmiştir ve evrensel olmuştur. Tango, Arjantin’in alt kültüründen doğmuştur. Üst kültür kabul etmiştir ve o da evrensel olmuştur. Fado, aynen bu şekildedir. Istırap müziği, acı müziğidir. Alt kültürden doğup, evrensel olmuştur ama klasik Türk musikisi üst kültürdür. Alt kültürün bunu kabul etmesine ve evrensel olmasına imkân olmamıştır.

Türk halk müziği ayrı gelişmiştir. Bazı üstatlar, özellikle Tamburi Cemil Bey, bu musikileri birleştirecek çalışmalar yapmış, örnekler vermişse de yeterli olmamıştır; ancak iki musiki de vazgeçilmezdir.


Fotoğraflar: Cem Gültepe


Комментарии


Комментарии отключены.
bottom of page