top of page

HER KADININ İÇİNDE ÖZGÜRLÜK ATEŞİ YANAR

MÜJDE AR. Çağdaş, laik, demokrat, espritüel, entelektüel, zeki, hayatla barışık bir Türk kadını. Yeşilçam sinemasında tabu devirmiş bir oyuncu. Cesaretiyle birçok kadına güç vermiş, zamanının ötesinde bir sanatçı. Müjde Ar’la bugünün Türkiye’sini, toplumsal normları, Asiye’yi, Vasfiye’yi, Ünzile’yi, kadınlara “Kendine güven, ayaklarının üzerinde dur!” mesajları veren filmlerde oynamayı neden tercih ettiğini, Zweig’a duyduğu saygıyı, Marx için öğrendiği Almancayı ve daha pek çok şeyi konuştuk.


Ömür Uzel



BİZİM AİLEDE KADIN ÖNDERDİR

Anneannem ilk mektepli belediye ebesidir. 17 yaşındayken babası, Erzincan’dan kağnı arabasıyla Ankara’ya getirmiş. Sene 1914. Oradan trene bindirip, İstanbul’a getiriyor. Ve İstanbul’da açılan ebe mektebine yazdırıyor. O dönemde bir kız çocuğunu İstanbul’da üniversiteye tek başına göndermek diye bir şey yok. Ama bizim ailenin bütün kadınları üniversite mezunudur. Dolayısıyla eğitimli anaerkil bir düzende büyüdüm ben. Anneannem hem üç çocuk doğurmuş hem de çalışmış. At üzerinde, belinde kılıçla doğum yaptırmaya gidermiş köylere. O zamanlar yol da yok. Köylüler bir gün anneanneme “Kamile Hanım, yanına erkek verelim. Bu yollar tehlikeli” demişler. Çok sinirlenmiş. “Ben kimseyi istemem” demiş. İşte Aysel, bu evden çıkıyor. Modeli de böyle bir anne. Bizim ailede hep kadının önderliği vardı. Öyle gördük, öyle büyüdük.


SEÇİM GÜNÜ GELDİĞİNDE KONUŞMAZLARDI

Dedemle anneannem arasında hep bir gerginlik vardı. Bu yıllarca sürdü. Seçim zamanları bu gerginlik daha da artardı. Tabii bana bunu yıllar sonra annem anlattı. Dedem, Demokrat Parti’ye oy veriyor, anneannem CHP’ye. Seçim günü geldiğinde bir kelime bile konuşmazlardı. Anneannem nüfus kağıdını kolunun altına alır, evden tek başına çıkardı. Akşam döndüklerinde de konuşmazlardı. Meğer anneannemle dedemin arasında yıllar boyu süren bu gerginliğin sebebi siyasalmış. Çok sonradan öğrendim. Ama dedem bir gün bile anneannemin seçme hakkına müdahalede bulunmadı. Anneannem kendi istediği partiye, özgür iradesiyle oy verdi.


BEN AYSEL’İN KIZIYIM

Aysel, bu coğrafyadaki kadınların mahkûm edildikleri değerleri çok erken yaşta fark etmiş. Trabzon’da, muhafazakâr bir çevrede büyümüş. Kadınların denize mayoyla giremediği bir dönemde Aysel mayoyla denize giriyormuş. Müthiş bir savaş vermiş. Son nefesini verene kadar “Ben kadınım, eşitim, özgürüm” dedi. Bütün savaşı bunun içindi Aysel’in. Bizi de böyle yetiştirdi. Ben Aysel’in kızıyım. Böyle şahane bir modelden etkilenmemek imkânsız.


ANNEMİ ÇOK GEÇ ANLADIM

Küçükken annemi hiç anlamazdık. Bizim annemiz neden kimsenin annesine benzemiyor diye üzülürdük. Çocukluğumuzda bu durumdan çok utanıyorduk. Konuşma tarzı, insan ilişkileri, ağzına gelen her şeyi pat diye söylemesi çok tuhaf geliyordu. Okula geldiğinde “O, bizim annemiz değil” derdik. Çünkü frapan kıyafetleri, sapsarı saçları, simli pardösüleri ile gelirdi. Çocukken “Anne sen niye farklısın?” diye sorardım. Ama büyüyünce “bu insanlar niye farklı?” diye sormaya başladım. Ve ben ne yazık ki annemin yapmaya çalıştığı şeyi çok geç fark ettim. Dolayısıyla onun rolüne soyunmak için de geç kaldım.


KESTİRME AHLÂK

Sahnede Shakespeare, Molière oynayan bir anneydi Aysel. En can alıcı kelimeleri yan yana getirmekte duayen bir söz yazarıydı, çok zekiydi. Onun yeteneği, vizyonu, hayat duruşu beni fazlasıyla etkiledi. Mesela çocuk yetiştirirken uyguladığı ilginç bir ceza sistemi vardı Aysel’in. Mehtap hatalıysa beni, ben hatalıysam Mehtap’ı döverdi. Aysel buna “kestirme ahlâk” derdi. Böylelikle ben, Mehtap’ın suç işlememesi konusunda daima hassasiyet gösterdim. Göstermezsem dayak yiyeceğimi bilirdim. Aynı şekilde Mehtap da benim hata yapmamam konusunda titizlendi. Aysel’in ikimize ayrı ayrı hayatı anlatacak vakti yoktu ve pratik bir çözüm bulması gerekiyordu. O da bu yolu seçti.


İLK ŞARKI SÖZÜ MİDO’YA

Aysel, beş yaşındayken ona bir kuzu hediye etmişler. Çok sevinmiş. Adını Mido koymuş kuzunun. Ancak bir gün kurban bayramında kuzu Mido’yu kesmişler. Üstelik kuzusuna patates koyup, tabakta Aysel’in önüne servis etmişler. Annem, o tabağı görünce masayı devirmiş. “Benim kuzumu nasıl kesersiniz?” diye resmen konağı yıkmış. Aysel o gün vejetaryen olmuş. Ve o gün bir şey daha olmuş. İlk şarkı sözlerini yazmış kuzu Mido’ya. Ölünceye kadar yatağının içinde oyuncak kuzularla uyudu annem. Dünyanın her yerinden kuzular alırdı. Ölürken de yanında bir Mido vardı.


‘DELİ AYSEL’ BİR TÜR PROTESTOYDU

Aysel, ihanete uğramış bir kadın. Dikkat ederseniz şarkı sözlerinde terk edilme, ihanet, erkeğe karşı güvensizlik temaları oldukça yoğundur. İki kız çocuğuyla ortada kalınca delirmiş. 1960 yılında üniversite mezunu, tiyatrocu. Ortalıkta böyle kadınlar çok az. Annem hep “Mecburen delirdim ben” der. Geçen gün Sezen’le (Aksu) konuşuyoruz. Annem bir gün ona “Biliyor musun Sezen, adımın önüne ‘deli’ sıfatını koymak için çok mücadele ettim” demiş. Annem bir mekâna girdiğinde “Merhaba, ben deli Aysel” diye tanıtırdı kendini. “Anne niye yapıyorsun bunu?” dediğimde ise “insanlar, bilinçaltlarında onları etkileyen şeyleri önce yadırgarlar. Sonrasında ondan çok etkilenirler, en sonunda da kabullenirler” dedi. Aysel, pembe peruğuyla, rengârenk gözlükleriyle toplumun baskıcı değer yargılarını yıkmak için mücadele etti. “O değer yargılarınız umurumda değil” dedi.


AYSEL’İN YOLCULUĞU FİLM OLUYOR

Ben bir film senaryosu yazdım. Bu filmde Aysel’in yolculuğunu anlattım. Aysel Gürel felsefesinin ataerkil düzeni reddeden, keskin çizgileri vardır. Ataerkil düzende insan yetiştirmek çok zordur. Ben de bu felsefeden çok etkilendim. Üç yıldır onun hayatını yazmaya çalışıyorum. Bir kadının doğumundan ölümüne kadar geçen süreyi ve adının önüne niye ‘deli’ sıfatını koyduğunu anlattım. Yavuz Turgul, bir gün bana “Kimse Aysel gibi olamaz” dedi. “Neden?” diye sorduğumda ise “Çünkü Aysel, birileri tarafından sevilip, sevilmemeyi umursamıyor” demişti. Bu çok doğru bir tespitti.


ASİYE, BU KOŞULLARDA KURTULAMAZ

Filmlerimde hep kadın olmanın zorluklarına dair mesajlar vardı. Ah Belinda, Asiye Nasıl Kurtulur, Adı Vasfiye, Arabesk, Teyzem, Ağır Roman… Gibi. Hayatın bir şekilde kendisine gerçek yüzünü gösterdiği kadınları oynadım. Peki, biz o filmleri niye çektik? Toplum tarafından baskılanan kadına “Kendine güven, kendi ayaklarının üzerinde dur” mesajını verebilmek için. Ama bugün geldiğimiz noktaya bakın! Ben, bu filmleri yaparken bugünü böyle hayal etmiyordum. Bence işler daha kötüye gitti. Bugün kadının toplumdaki yeri, o filmleri çekerken hayal ettiğimiz gibi değil. Bu koşullar altında Asiye’nin kurtulması mümkün değil!


‘PAMUK PRENSES’ EKOLÜNÜ YIKTIM

Türk sinemasında tabu devirmek gibi bir misyonum oldu. ‘Cinderella’ ve ‘Pamuk Prenses’ ekolünden gelme kadın figürünü yıktığımı düşünüyorum. Üstelik bu tabuyu, Yeşilçam’ın porno furyası yüzünden kadınların ayağını sinemadan çektiği bir dönemde yıktım. Burada çok ince bir çizgi var. Hem işi bayağılaştırmadan bir tabuyu yıkıp hem de seksi, alımlı, güzel bir kadını oynayarak kendinizi kabul ettirmeniz çok zordur. Biz bunu ‘Aşk-ı Memnu’ ile başardık. Bu filmleri çekerken, kadını tekrar sinemaya getirmenin yollarını arıyorduk. Aşk-Memnu, bunun için bir şans oldu. Çünkü burada kadın, anti kahramandı. Ve sonunda kadın seyirciyi sinemaya döndürdük.


ŞAMPUAN ŞİŞESİNİN ARDINDAKİ TOPLUMSAL NORMLAR

‘Ah Belinda’ filminde baskıyla yaşamı sınırlandırılmış kadının, bir şekilde başka bir hayatı benimseyebileceğini anlattık. Bu, bence her kadının aklından geçen bir şey. Ataerkil düzende kadına biçilen rolün aslında kadını köşeye sıkıştırdığını söylemeye çalıştık. Bir şampuan şişesinin ardındaki toplumsal normların, kadınları nasıl tehdit ettiğini gösterdik. İçgüdüleri törpülenen, dinsel dogmalarla hayatları baskılanan kadınların yaşadığı karakter bölünmesine şahitlik ettik. ‘Ah Belinda’, bence Doğu ve Batı arasındaki sıkışmışlığımızı en iyi anlatan hikâyelerden biridir.


‘AĞIR ROMAN’, BİR BAŞKALDIRIDIR

‘Ağır Roman’ filminde oynadığımda kırk yaşındaydım. Rolüm gereği kırk yaşında bir hayat kadınını canlandırıyordum. Ünlü bir gazeteci “Müjde Ar, yerini gençlere bırakmalı” diye başlık attı. Bakın bugün Robert De Niro, neredeyse seksen yaşında. Ve hala çok iyi oynuyor. O başlığı atan gazetecinin bakış açısı ortada. Ağır Roman’da on beş yaşında kızlar oynasaydı, o çok mutlu olacaktı. Ben bu kafayla hiç mücadele etmedim. Benim için büyük bir aptallık olurdu. Çünkü o gazeteci, Ağır Roman gibi evrensel anlamda dünyanın çürüyen gidişatına başkaldırı niteliğinde olan önemli bir eseri hiç anlamamış. Böyle biriyle neden mücadele edeyim ki?


“NEREYE GİDİYORUZ?”

O dönemde çektiğim filmler sebebiyle bugün sosyal medyada bana ‘pornocu’ diye hitap ediyorlar. Bu yaşımda bana ağır tacizler içeren mesajlar gönderiyorlar. Savcılığa gittim ve sekiz kişi hakkında dava açıldı. Üstelik bunların ikisi kadındı. Toplum hastalandıkça fanteziler şekil değiştiriyor. Bana savcılıktan gelen cevap “Siz ünlüsünüz, böyle şeyler olabilir” oldu. Ben bunu yaşadıktan sonra nasıl bir iyileşmeden söz edebilirim? O günden sonra çok umutsuzluğa kapıldım. ‘Nereye gidiyoruz?’ sorusunu daha fazla sordum. Ama bunu biz kadınlar yapmadık, bunu erkekler yaptı. Siyasetin, kadını ve erkeği eşit kabul etmeyişi yaptı.


MARX’I DESTEKLİYORUM

Bugün, “Kadın-erkek eşittir” diye bağırıyorlar ama gerçek anlamda toplumsal bir eşitlik olmadığı sürece bunlar sadece konuşmada kalıyor. Marx’ın şöyle bir fikri var; kadınların erkeklerden bağımsız, tek başlarına güçlenebileceğini söylüyor. Ben bu fikri sonuna kadar destekliyorum. “Kadın-erkek ele ele mücadele etmeli” deniyor ama ben bu toplumda bunun olacağına inanmıyorum. Çünkü toplum giderek kutuplaştırılıyor. Laiklik kavramının içi oyuldu. Oyulmaya da devam ediliyor. Buradan nasıl bir eşitlik çıkacak?


ERKEKLER, SİYASETİ KENDİ İŞLERİ ZANNEDİYOR

Kapitalist sistem kadına şunu diyor; “Sen bir kenara çekil, önce ben cebimi doldurayım.” Bu erkekler siyaseti kendi işleri zannediyorlar. Zannettikçe de dünya batıyor. Aslında siyaset bizden sorulsa dünya daha güzel bir yer olur.


NE YAPTIK BİZ BU ERKEKLERE?

Bugün, gelişmekte olan ya da henüz gelişmemiş ülkelerin çoğunda kadınlar korkuyor. Çünkü tehdit ediliyorlar, aşağılanıyorlar, hor görülüyorlar. Ama korkarak konuşmak ya da yaşamak diye bir şey olur mu? Biz kadınlar niye bu kadar korkuyoruz? Ne yaptık biz bu erkeklere? “Ekonomi, her şeyi terbiye eder” diye bir laf var. Bu laf, dünyanın hiçbir yerinde işlemiyor. Geçen gün eşim Ercan (Karakaş) parti toplantısına gidiyordu. Ona “Erkekler, on yıllığına kenara çekilsin ve siyaseti biz kadınlara bıraksınlar. Ortalığı biraz düzeltelim, sonra isterseniz geri alın” dedim. Toplantıda bunu söylemesini istedim. Bu, bence çok önemli bir mesele.


BANA SAYGI DUYMALARI ZAMAN ALDI

Hem Yeşilçam’ın hem de kadınların bana saygı duyması zaman içinde oldu. Baktılar ki burada yolundan şaşmayan bir kadın var. Tabii bunda feminist hareketin de çok etkisinin olduğunu söyleyebilirim. Zor bir süreçti. Bir daha dünyaya gelirsem o süreci yaşamak ister miyim, bilmiyorum. Sürekli güzel ve seksi görünmeni bekliyorlar. Yaptığın işin bir önemi yok. Erkeğin taze et merakının bir karşılığı olarak sektör seni hedef gösteriyor.


SUSAR KADIN ÜNZİLE

Ünzile, bugün de toplumun değişmeyen sorunu. Anadolu turnesinde, bir Kürt kızına Ünzile’yi yazdı Aysel. Gerçek bir dramın şarkısıdır. Köy düğününe rast geliyor yolda annem. Arabayı durduruyor. Ama ortada gelin göremeyince Aysel, gelini soruyor. 11 yaşındaki Ünzile’yi gösteriyorlar gelin diye. Aysel yıkılıyor. Annem, kadının aşağılanmasına, haklarının elinden alınmasına tahammül edemezdi. Yanına gidiyor hemen Ünzile’nin. Bir kaç koyun karşılığında teslim edilişinin hikâyesini dinliyor. “Neden?” diye sorduğunda annem, susuyor Ünzile. Aysel, Ünzile’nin sessizliğini hiç unutmadı.


SEKSEN BEŞ FARKLI HAYAT GÖZLEMLEDİM

Seksen beş tane film çektim. Seksen beş farklı hayat gözlemledim. Yüzlerce eve girip çıktım. On binlerce kadınla tanıştım. Ve bütün gözlemlerim sonucunda şunu söyleyebilirim: Her kadının içinde özgürlük ateşi yanıyor. Ben bunu gözlerimle gördüm. Anadolu’nun en ücra köşesinde, eğitim seviyesi ve gelir durumu düşük, imkânları olmayan kadınlar için bile söyleyebilirim bunu. Ona derdini sorunca, kendisini gayet güzel ifade edebiliyor kadın. “Çekip gideceğim artık, tak etti” diyor mesela. Bunun alt meni nedir? Ben özgür bir bireyim. Üzerime gelmeyin, giderim! Ama yüzde doksanı gidemiyor. Gidenin de ya başına tatsız bir şey geliyor ya da dünyayı hiç tanımadığı için çukurun içine düşüyor.


NASIL DAYANDIĞIMI MERAK ETMİYOR MUSUN?

‘Adı Vasfiye’ filmini çekerken Alaçatı’da bir evde soyunup, giyiniyordum. Çok soğuk bir kış günüydü. Evde enteresan bir atmosfer vardı. Ev sahibi, çok tatlı bir kadındı. Gözüm, duvarda asılı duran fotoğraflara takıldı. Birinde genç bir kadın, diğerinde de genç bir erkek vardı. Çocuklarıymış. “Neredeler?” diye sordum. “Öldüler” dedi. İkisi de çatışmada vurulmuş. Biri sol, diğeri sağ gruptaymış. Ayrı ayrı ikisini de çatışmada kaybetmiş. Meseleyi anladım. Onu üzmemek için soru sormadım. Ancak o, bana “Nasıl dayandığımı merak etmiyor musun?” diye sordu ve devam etti. Kızı ona “Anne, biz evde oturursak, sokağa çıkmazsak, bu düzen nasıl değişecek?” diye sormuş. Kızının ne yapmaya çalıştığını o gün anlamış. “Keşke doğurup, evinde otursaydı” dememiş hiç. Kızına hak vermiş ve verdiği hak, onun acısını dindirmiş.


DÜNYA, KADINLARIN VİCDANIYLA AYAKTA DURUYOR

Kadın ve vicdan birbirinden bağımsız düşünülemez. Dünya, kadınların vicdanıyla ayakta duruyor. Bu doğru ama eksik. Eksik olan şu; örgütlenmek ve sokağa dökülmek de gerekir. Erkek, tür olarak saldırganlık içgüdüsüne sahip. Kadında bu yok. Çünkü kadın doğuruyor ve korumayı biliyor. Kadının koruma içgüdüsü çok güçlü. Hatta kadının çocuğuyla olan ilişkisi, erkeği etkiliyor. İnanın, bu cümlenin içinde çok şey saklı.


NEZÂKET VE SAĞLAMLILIK BAĞI

Türkiye çok sert ve kavgalı bir ülke. Bana da sürekli saldırılar. Çirkin sözler söylediler, ağır eleştiriler yaptılar. Ancak ben hiçbir zaman onlara karşı sert olmadım. Çünkü nezâket ve sağlamlık arasında akılla ilgili bir bağ var. Karşındakiyle aynı bayağı dilden konuşmaya başladığında, o seni aşağıya çekiyor. Görmeyen gözleri, duymayan kulakları olan biriyle neyin kavgasını vereceksin? Daha amiyane bir üslup, onu kendine getirmeyecek ki… Bir gün markette “Az tuzlu peynir var mı?” diye sordum. Yanıma bir kadın geldi, “Akıl yoksunu!” diye hitap etti bana ve şöyle devam etti “Az tuzlu peyniri evinde kendin yapsana.” Onun çirkin tarzının tam tersi bir ses tonuyla kadına dönüp “Çok doğru söylüyorsun, nasıl yapacağımı anlatır mısın?” diye sordum. Kadın geri adım attı. “Özür dilerim” dedi.



BİZİM EVE İLK GİREN ŞEY KİTAPTI

Annemin tiyatrocu maaşıyla kıt kanaat geçiniyorduk. Maaş alınınca bizim eve ilk giren şey kitap olurdu. Ayın başı olunca annem, elinde torbalarla eve gelirdi. Asla içinde pastırma, sucuk falan olmazdı o torbaların. Anlardık ki Aysel maaşı almış, yine Cağaloğlu’na sahaflara gitmiş. Çünkü babası hâkimdi. Binlerce kitabın olduğu bir evde büyümüştü. Bizi de öyle büyüttü. Bir gün “Anne, önümüzdeki ay bayram, bu ay kitap almayalım” dedim. “Ne alalım?” dedi. “Kaşar peyniri ile pastırma alalım” dedim. “Olmaz!” dedi. “Eğer bu kitapları okursan, kaşarı da pastırmayı da o zaman yersin” dedi.


KARAMAZOV KARDEŞLER’İ SU SAATİNE BAĞLI OKUDUM

13 yaşındaydım. Pek kitap okumazdım. Bir gün Aysel, beni kemerle su saatine bağlayarak, zorla Dostoyevski’nin ‘Karamazov Kardeşler’ romanını okuttu. Her gün otuz-kırk sayfa okumadan da çözmedi. Bir bu karakterden ne anladın diye sınav yapardı. Aysel, kitaplar konusunda o kadar çok amacına ulaştı ki bu sefer de “az okuyun” demeye başladı. Çünkü elektrik tüketiyorduk ve paramız kısıtlıydı. Annem, bizi okumanın kurtaracağına inanan ağır bir entelektüeldi.


OKUMA AŞKIYLA YANIYORDUM

Hiç unutmuyorum bir gece Macar bir aşk romanı okuyordum. Aysel geldi, odamın ışığını söndürdü, gitti. Ben de mum yaktım ve okumaya devam ettim. Bir süre sonra yanık kokusu geldi. Bir baktım ki mum erimiş, yorganın üzerine düşmüş. Yorgan tutuştu. Sonra iş büyüdü, yatak da tutuştu. Tabii Aysel’den de dayağı yedik. Fakat o günden sonra ışığı hiç kapatmadı. Baktı ki ben gerçekten okuma aşkıyla yanıp tutuşuyorum, bir daha hiç müdahale etmedi. Şimdi ben de torunlarıma aynı okuma alışkanlığını aşılamaya çalışıyorum. Her gece on sayfa okumadan uyumazlar.


ZWEIG’IN İNTİHARINI ONAYLAYANLARDANIM

Çok büyük bir Stefan Zweig hayranıyım. Bütün kitaplarını okudum. Zweig, mahkûm edildiği yalnızlığın acılarını yaşamış ve sonunda ölümü seçmiş. Savaş çığırtkanlığı yapan toplumun neredeyse tamamını karşısına almak pahasına, savaş karşıtı olduğunu korkusuzca dile getiren büyük bir yazardı Stefan Zweig. İntihar seçimine saygı duyuyorum.


KAFKA’YI PRAG’TA GEZDİRDİM

Franz Kafka’yı çok severim. Bir romanında adam, at arabasıyla sokaktan geçer. Bir gün Prag’a gittim. Aysel de yanımda. Dışarısı eksi on beş derecede. Elbette Prag, Kafka’nın Prag’ı değil ama ben yine de gözümü kapattım, o at arabasına bindim. Kafka’yı orada gezdirdim. Sonra Aysel’in “Üşüteceğiz, çok soğuk” sesiyle irkildim.


SEVDİĞİM KİTAPTAN ON TANE ALIRIM

Şu anda çok yeni bitirdiğim bir kitap var. Haluk Oral’ın yazdığı ‘Nâzım Hikmet’in Yolculuğu’. Çok kıymetli bir çalışma olmuş. Nâzım’ı hepimiz okuduk ama bu bambaşka bir çalışma olmuş. Hiç bilmediğimiz bir Nâzım’la karşı karşıya kaldık. O nedenle mükemmel bir kitap. Bu kitaptan on tane aldım. Birini Sezen’e vereceğim. O çok sever Nâzım’ı. Genellikle iyi kitaplardan onar onar alır, sevdiklerime dağıtırım.


MARX’I ANLAMAK İÇİN ALMANCA ÖĞRENDİM

Yapmayı istediğim daha çok şey var şu hayatta. Belli bir yaştan sonra param oldu benim. Bu yüzden dünyayı daha çok gezmek isterim. İngilizcem ve Almancam çok iyi ama daha çok dil öğrenmek istiyorum. Rumca, Rusça ve Arapça da konuşmayı çok isterim. Arapça’nın çok zengin bir fonetiği var. Çünkü bir dili öğrenmek sadece o insanları anlamak demek değildir. Farklı kültür kapıları açıyor insana. Hikâye orada. Ben sadece Karl Marx’ı kendi dilinden okuyabilmek için Alman Dili ve Edebiyatı bölümüne girdim.


HEPİMİZ GUGUK KUŞUYUZ

Jack Nicholson’ın oynadığı ‘Guguk Kuşu’, beni en çok etkileyen filmidir. Ken Kesey’in romanından sinemaya uyarlanmıştır. Bence dünya üzerinde yazılmış en iyi on romandan biridir. Filmde geçen lobotomi kavramı beni çok etkiler. McMurphy’nin sağlıklı beyninin giderek eritilmesi, bu duruma dayanamayan Kızılderili şefin, onu boğarak kendi inancına göre onu özgürleştirmesi ve ardından camı kırarak bir kuş gibi baskı ortamından kaçması efsanedir. Bana göre siyaset de insanlara lobotomi yapan bir şeydir. Yani aslında hepimiz Guguk Kuşu’nun kahramanlarıyız. Ben öyle görüyorum.


HER AİLEDE BİR ‘TEYZEM’ VARDIR

Kendi filmlerimin içinde ‘Teyzem’ ve ‘Adı Vasfiye’ filmlerini çok severim. Çünkü her ailede mutlaka bir ‘Teyzem’ vardır. Toplum, kadınları hastalandırıyor. Oradaki o tutku, aslında çaresizliğin hikâyesidir. Onun için atar kendini kamyonun önüne.


‘ARABESK’ FİLMİNDE ERTEM EĞİLMEZ’İN ZEKÂSI VARDIR

Ertem Eğilmez eşsiz bir dehadır. Türk sinema tarihine katkısı çok büyüktür. Arabesk filminde de Ertem Eğilmez’in zekâsı vardır. Türk halkının o filmi bu kadar sevmesinin nedeni de budur. Biz o filmde hem arabesk kültürüyle hem de bütün Türk filmleriyle dalga geçtik. Sinema tarihinin özeti gibi bir filmdir. Hepimiz o filmi çok sevdik, çekimler sırasında çok güldük, eğlendik. Zaten Şener (Şen), Uğur (Yücel) ve ben bir araya gelince film mi yapıyoruz yoksa parti mi veriyoruz anlamazdık. Şener çok eğlencelidir. Dışarıya karşı kendisini korur ancak biz kendi içimizde çok eğleniriz. Ama Arabesk’in çekimleri sırasında duygusal anlamda karıştık. Ertem Eğilmez çok hastaydı çünkü. Zaten çektiği son filmi oldu.


KARA DEĞİL PEMBE SEVDA

Atilla Özdemiroğlu ‘Arabesk’ filminin şarkılarını besteledi, Aysel de şarkı sözlerini yazdı. Ama her ne kadar komedi unsurları olsa da o filmde duygulandığımız sahneler oldu. “Allah’ım kör et beni” diyecek kadar seven bir adamın başına gelenlere üzülmedik desek yalan olur. Ama Aysel işte… İnat etti, sevdanın karasına söz yazmadı. O yazarsa pembe sevdaya yazardı çünkü. “Nefes nefes tende sevda / sende değil bende sevda / katmer katmer gülde sevda/ kara değil pembe sevda” dedi.


ARABESK, HAYATIN KENDİSİ

Mazoşist kültürün karşısındayım. Arabesk, hayatın kendisi ama sürekli acının pompalandığı, çaresiz bir toplumdan kimseye yarar gelmez. Acıya gülmek, acıyı hafifletiyor. Biz ‘Arabesk’ filminde bunu yaptık; nükte yoluyla ıstırabı zayıflatmaya çalıştık.


HİCİV OLMADAN MİZAH OLMAZ

Eskiden Türk sinemasında acı, umutsuzluk, perişanlık, yalnızlık karşılık buluyordu. Şimdi ise toplum dışına bir şekilde itilmiş insanların hikâyesi cazip geliyor. Bunun sosyolojik bir karşılığı var. Mizah, çok büyük bir zekâ ister, donanım ister. Mizahın çok boyutu vardır. Göbeğini kaşıyan adam yapıp, sinemaya koymak mizah değildir. Göbeğini kaşıyan bir adam gösteriyorsan perdede, onun altını doldurman lâzım. Alt metni vermen lâzım. Mizah budur. Hiciv olmadan mizah olmaz.


İYİ BİR KOMEDİ FİLMİ YAPMAK DÜNYANIN EN ZOR İŞİDİR

Bugün, komedi diye yapılan filmlerin yarısında çıkıyorum. Bunun bizde yapılmış en başarılı örneği ‘Arabesk’ filmidir. Çünkü bugün bir Ertem Eğilmez yoktur. Ertem, bilgeydi. Etrafında donanımlı insanlar vardı ve onlardan beslenirdi. Bakın bu söyleyeceğim çok önemli; 7/24 çalışırdı. Hayatı işiydi.


KİM OLDUĞUMUZU UNUTTUK

Özellikle 1960-1980 arası Türk filmleri, birbirine benzer hikâyelerden oluşuyordu. Hatta Amerikan kopyasıydı birçoğu. Tabii burada Metin Erksan, Lütfü Akad gibi özel yönetmenleri ayırıyorum. Bugün yaşadığımız zaman dilimi içerisinde de Türk sinemasında benzer bir durum söz konusu. Etliye sütlüye karışmayan, lay lay lom filmler çok fazla. Gerçek anlamda sinemayı düşünen çok az. Bu, toplumsal devinimle çok ilgili bir durum. Neden böyle içi boş filmler yapılıyor? Çünkü sürekli bir baskı var. Toplum bunalmış durumda. Bu kadar baskının altında kim olduğumuzu da unuttuk. Bugün gerçek anlamda sinema kaygısı taşıyan çok az yönetmen var. Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem bu kategorideler. Bu yönetmenlerin filmlerini beş yüz bin kişi izlemeye başladığında toplum olarak kendimize geleceğiz.


“İLHAM, APTALLARA GELİR”

Benim için aşk, huzur demektir. Aysel ve Sezen için ise aşk, acı çekmektir. Herkes onların acı çekip şarkı yazdığını sanıyor ama öyle değildir. Sezen ve Aysel ikisi de Türkçeye çok hâkimdir. Kelimelerle dans ederler adeta. Ellerinden kalem hiç düşmez. Bir gazeteci anneme “Ne zamanlar ilham geliyor size?” diye sormuş. Annem de “İlham, aptallara gelir” demiş. Bir şey yazmak istiyorsan önce o dili iyi bileceksin. Sonra çok okuyacaksın. Zengin bir dünyan olacak. Çok iyi gözlemci olacaksın. Bu, bütün sanat dalları için geçerli. Hiç hayatında resim görmemiş bir insana birden bire ilham gelecek, resim yapacak öyle mi? Böyle bir şey olamaz.


HİÇBİR ERKEK İÇİN HAYATIMI DEĞİŞTİRMEDİM

Aşk konusunda çok düşündüm. Hayatımın içindeki en yakın iki örneğin, yani Sezen ve Aysel’in anladığı gibi bir aşktan anlamıyorum. Orası kesin. Mesela Sezen, aşkı tanımlarken “Aşkın bütün sihri ilkelliğinde” diye tanımlıyor. Aysel ise “Aşk, cinayetle son bulmazsa Shakespeare’in mezarına kimse gitmez” diyor. Ben hiçbir erkek için hayatımı değiştirmeyi, ona göre yaşamayı tercih etmedim. O kadar uçta yaşamadım duygularımı.


İNSANLAR, KENDİLERİNDEN OLANI SEVİYORLAR

Çok küçük yaşlarda annemin sahnelerde olması bende bir yıldız olma arzusu uyandırdı. Aysel’in parlak elbiselerine çok özenirdim. Bütün vücudumu gri soba boyasıyla boyayıp, beş gün komada kaldım. Ama bunu ünlü olmak derdiyle yapmadım. Beni sevsinler diye yaptım. Çünkü insanlar kendilerinden olanı seviyorlar, ötekini beğenmiyorlar.


İNANDIĞIM ŞEYLERİ YAPTIM

“Şöhret, insanı yalnızlaştırıyor” derler ama bence tam tersi. Şöhret, insana kalabalık getiriyor. Ben hiç yalnız hissetmedim kendimi. Şöhreti, kendine özel bir durum olarak görürsen psikolojin bozulur. Benim hiç umurumda olmadı şöhret. Zaten ben ünlü olmaya hiç uygun bir karakter değilmişim. Çünkü çok büyük bir yük. Her dakika aşağılanmak, hedef gösterilmek kaldırılması zor bir durum. Ayrıca bu kadar filmi bir rol model olmak için yapmadım. İnandığım şeyleri yaptım ben.


ÇATIŞMAYI, BİLGİYLE VE BİLİMLE KARŞILAYIN

Genç insanları çok seviyorum ama onların umutsuz ve mutsuz olduğunu düşünüyorum. Onlara birkaç tavsiyem olacak: Her şeyi önce izleyin. Olaylara herkes gibi değil, farklı açılardan yaklaşın. İnsanları anlamaya çalışın. Çatışmayı, bilgiyle ve bilimle karşılayın. Çok genç bir demokrasimiz olduğunu düşünüyorum. Hasan Bülent Kahraman, “Bir demokrasi iki yüz yıldan önce oturmaz” demişti. Doğruymuş. Ama gençlerin yılgınlığını anlayamıyorum. Onların mutsuzluğa düşmesi için çok fazla sebepleri yok bence. Daha çok erken. Güneş batar ve yeniden doğar.


DİLENMEYİN, DİRENİN!

Erkeklerin izin verdiği kadar bir şeye rıza göstermek, biz kadınların doğurganlığına ve doğasına aykırı. Bunu her kadının fark etmesi lâzım. “Neden ben hakkımı erkekten direniyorum?” sorusunu sormak önemli. Biz kadınlar dilenmeyeceğiz, direneceğiz! Örgütlü toplum olmamanın cezasını çok çektik ve çekiyoruz. Kadınlar olarak örgütlenmemiz elzem. Bütün darbeler, ihtilaller ayağımıza öyle bir dolandı ki, bunu daha söküp atamadan bambaşka bir şeyin içine düştük. Lütfen eğitimden, okumaktan ve laiklikten asla vazgeçmeyin.

Comments


bottom of page