HAYKO CEPKİN… Tabuları yıktı. Farklı olanı kabul etmeyi, sana benzemeyenden korkmaman gerektiğini anlattı. Ülkeye ‘brutal vokal’i tanıttı. Korku filminden çıkmış gibi kostümler giydi, makyajlar yaptı, sahne şovları hazırladı. Sesiyle bir imza yarattı…
HAYKO CEPKİN’le Efes’te buluştuk. Skydive Atlayış ve Uçuş Merkezi’nde paraşütle serbest atlayış yapıyor. Lisansları var. Sohbetin ortasında “Dur bekle beni!” dedi, “4 bin fite çıkıp atlayıp geleceğim” Ve atladı geldi.
ÖMÜR UZEL
BİZDE METALCİLİK BABADAN OĞULA GEÇER!
Babam paslanmaz metal işi ile uğraşan bir adam. Biz de müzik zevkimiz olarak metal müziği seçtik. Baba mesleğini seçemedik ama materyal olarak onun peşinden yürüdük. Babam eski davulcudur. Beatles’larla büyümüş. Dedem akordeon çalardı. Tango, vals bilir. Babaannem de Yozgatlı olduğu için o tarafta da devamlı fonda bir türkü var. Şu bitmeyen klişe “Tam bir doğu-batı senteziyiz” lafı bizim evde patladı.
KİLİSE KOROSU MACERASI
Ortaokula kilise korosuna başladım. Ermeni müzik hocamız aynı zamanda kilisenin koro şefiydi. Bizim gibi kulağı olan, müziğe hevesli gençleri toplayıp, hem ilahi söyleyip hem de dört sesli batı müziği yapacağımız bir koro kurdu. Pazar ayinlerinin de eğitimini aldık, dört sesli batı müziğinin de.
Başlarda kilise korosuna pek gitmek istemedim ama sonra kilisede çalan Gomidas müzikleri beni çok etkiledi, oldukça mistik geldi. Hatta gotik müziğe karşı sevgim arttı. Sonra Gomidas’ın bütün müziklerini öğrenmeye çalıştım. Okumayı istediğim bölümün de konservatuar ve dört sesli müzik olduğunu anladım.
İNSAN KENDİNDEN ER GEÇ SIKILIR
Kilise korosundan sonra Timur Selçuk’un öğrencisi Hayko oldum, 90’lı yıllarda ise piyano çalan efendi biriydim. Birbirinden farklı tiplere büründüm. Yani hayat öyle aktı işte. Onun için tiyatrocu olmayı çok istedim. Farklı farklı karakterleri oynamak, farklı rollere bürünmek. Bir gün kötü adam, bir gün iyi adam, bir gün ezik adam, bir gün mutlu adam… İnsanın bir müddet sonra kendinden sıkılacağına inanan biriyim. Bu yüzden böyle sanatsal faaliyetlerde bulunmak istedim. Çünkü farklı insanlar olabilme şansım var. Tiyatroyu özellikle bunun için istemiştim ama gözümden dolayı mimik eksikliği olur diye “sınava boşu boşuna girme, kaybedersin” denildi. Ama bu sefer de başka bir hırs geldi. Hocalarım “Sen müzikten yürü” dediler. Şimdi sahnede kendi oyunlarımı yazıyorum, kendi tiyatromu uyguluyorum. Sahnede oynadığım adam, istediğim zaman üzgün, istediğim zaman sinirli oluyor.
KORKUTARAK BAŞLADIM İŞE, ÇOK KEYİFLİYDİ!
İnsanları korkutmak… zor bir seçimdi. Korktuğunuz bir şeyden kurtulmak istersiniz ama farkında olmadan o korktuğunuz şeye ilgi de duyarsınız. Korktuğunuz şey, etrafınızda olsun istemezsiniz ama o bir gün size gülümsediği zaman, o korkudan kurtulup ona sevgi beslemeye başlarsınız. Stockholm Sendromu gibi.
İnsanoğlunun alışamayacağı, ben bunu asla yapamam diyebileceği hiçbir şey yok. Korkmadığın şeyden korkabilirsin. Korktuğun şeyi sevebilirsin. Vazgeçemeyeceğini sandığın şeyden bir anda vazgeçebilirsin.
Benim tarzım bu. Biraz korkuncum yani. Sadece seçtiğim seyirci kitlesini istiyorum. Hepinizi istemiyorum. Sadece bunu tercih edip, merak edenler gelsin istiyorum.
DURDUĞUNUZ YERDE MUTLU OLAMAZSINIZ
Hayatın kendisi hiç mutlu bir alan değil. Negatifliklerle dolu. Bütün bu negatifliklerin içerisinden mutluluk yaratmaya çalışıyorum. Aslında her şey bir çemberin içinden dönenler arasındaki mücadeleye dayalı. Fare böceği boğuyor, böcek ağacı yiyor, ağaç da kağıt helva gibi yıkılıyor. Doğa matematiğine bakınca öyle. Bizim hayat da böyle. Ben de bunu aktivitelerle güzel yapmaya çalışıyorum. Bana verilen sürede mutlu olmaya çalışıyorum. Durduğunuz yerde mutlu olamazsınız. Bir şey yapmanız lazım.
SIFIR ADRENALİN BANA GÖRE DEĞİL
Konservatuarda Tosca’nın Scarpia’sını oynamak en büyük hayalimdi. Baritonlar operalarda kötü adamı oynar genellikle. Hayatımın en büyük hedefiydi. Ama memlekette operanın yeni, milletin klasik müziğe bakışı, sonra eğitim aldığım hocalarımın yaşam standartları… Bakıyorum, sıfır adrenalin! Tamam sahne kısmında adrenalin var ama onun dışında yok. Düşünmeye başladım; hayatımı bu şekilde mi idame ettireceğim? Yoksa yeni bir yol mu bulmalıyım? Kendi yolumu çizmeye karar verdim. Zor bir aşamaydı. Barlarda çalmaya başladım. DJ’lik, barmenlik günleri başladı. Bir ara vampir gibiydim, gündüz yüzü görmüyordum. Ama bir şekilde keşfedildim. O zamanlar klavyeci pek yoktu Türkiye piyasasında. Parmakla gösterilir pozisyondaydık. Bir de ben deli deli çalıyordum. Ne zaman deliye ihtiyaçları olsa beni arıyorlardı.
THE CROW’U İZLEYİNCE ROTAM DEĞİŞTİ
1994 yılında bir film izledim ve sonra başladı bendeki bu değişim. The Crow filmiydi bu değişimin temeli. Karanlık filmler izlemeye başladım. Koyu makyajlı adamın halini sevdim. Uzun saçları. Hiç böyle bir bağım yoktu. Rock müzik falan dinlemiyordum o döneme dek. Müzik zevkim değişti. Görsel zevkim değişti. Film zevkim değişti. Soundtrack diye bir kültür olduğunu öğrenip, ona yöneldim. Hayatımdaki her şey değişti. Saçlar kuzu gibiyken hop uzadı ve ilk dövme geldi.
ŞANS YOKTUR, ÇALIŞMAK VARDIR
Hiçbir şey tesadüfle olmaz. Şansa da tesadüfe de inanmıyorum. İnsanın enerjisi iyi olabilir ama “Şansım yaver gitti bu işi yaparken” diyene inanmam. Bu noktada zekanız, düşünme biçiminiz, üretim gücünüz ve tabii ki yeteneğiniz çok önemli. Bunların hepsine sahipsiniz diyelim ama çalışkan değilseniz, sıfırsınız.
Çalışkan, disiplinli, planlı, yetenekli, sözünde duran, karşısındakine güven veren insanın tesadüfü yoktur. Tesadüf demek çok ayıp olur.
AFERİN OĞLUM, ÇOK GÜZEL BÖĞÜRÜYORSUN
İlk bestemi yaptığımda annem ve babamın suratlarını görecektiniz. Hiç hoş değildi. Bir şeyin sevilmesi, onun uzun soluklu olması, dirençli olması; her şeye rağmen dik duruyor olmasıyla bağlantılı. O da bir tür Stockholm sendromu. “Sevmiyorum ama adam ısrarla devam ediyor” gibi. Tabii ailemin zerre kadar haberi yoktu böyle bir müzikten. Ama bu yaptığım iş zamanla takdir görmeye ve güçlenmeye başladığında onlar da hemen değiştiler. Bir gün “Aferin oğlum, çok güzel böğürüyorsun” dedi babam. Onlar için böğürmem benim gücümün göstergesiydi. O ses ne kadar heybetli çıkıyorsa, bizim oğlan o kadar güçlü diye hissediyorlar. Evet bu bir güç gösterisi. Herkesin yapamadığı bir şey. Herkese karşı 133 desibel meydan okuyorsun. Doğada da en güçlü bağıran aslan, oraların kralı olur. Şimdi çok seviyorlar, çok takdir ediyorlar.
BABAM DA STOKHOLMCÜ
Yıllar önce yamuk yumuk giyiniyordum. Bir akraba düğünü olsun, özel bir yere gidilecek olsun babam hemen “Git düzgün bir şeyler giy üzerine” derdi. Yıllar geçti, yine bir gün düğün var. Ben takım elbise giymeyi çok sevdim, hemen bir takım elbise giydim. Babam baktı ve şöyle dedi “Oğlum bu senin tarzını hiç yansıtmıyor.” “Zamanında bunu bana giydirebilmek için yaktın kendini baba” dedim, şimdi ben kendi isteğimle giyiyorum bu sefer de sen beğenmiyorsun. Görüyorsunuz babam da Stokholm'cü.
SEYİRCİYE SEVGİYLE BAKMAYACAĞIM
Ben öfkeyle beslenen bir adamım. Öfkeyi severim. Neticede o da bir duygu. Aşk, meşk, sevgi bunlar hep klişe. Dünyanın geneli bunu işliyor. Beynimize çok fazla işlediği için ben de başlarda yazdım ama beni yansıtmıyor. Aşk meşkle değil de maneviyatın üzerindeki hikâyelerle ve daha çok asıl probleme yakın konularla ilgili bir şeyler anlattığım zaman ruhumu daha iyi yansıtabiliyorum.
Seyirciye sevgiyle bakmayacağım kesin. Öyle bir adamı oynamak istemiyorum kesinlikle. Sert ve dikte eden bir adam olmak isterim.
Mesela sevdiği herhangi birini, herhangi bir şeyini kaybetmiş birine; “Senin mi başına geliyor sanıyorsun? Tek mi sanıyorsun kendini?” diye seslenirim. Bunu ona vura vura anlatmak, içine duygu katarak, onu hırslandırarak anlatmak istiyorum.
KİMSE KONSERİMDEN DUYGUSUZ AYRILMASIN
İyi bir müzik dinlediğin zaman “Yakarım ulan burayı” diyorsun ya hani. İşte o duyguyu verebilmek... Benim konserimden kimsenin duygusuz bir şekilde gitmesini istemiyorum.
Meydan okumak, dişini sıkabilmek, dik durabilmek beni ben yapan. Bana haz veren duygular. Mutlu bir hayat, sevgi dolu bir dünya ile bana herhangi bir duygu geçişi olmuyor. Gördüğüm, izlediğim, sevmediğim, nefret ettiğim, öfke duyduğum şeylerle geliyor o haz. O zaman o öfke benim içimde dolanıp, parmaklarımdan çıkıyor ve anlatabileceğim bir konuya dönüşüyor.
ZEKİ ABİ KAÇ KERE KOVDU BİZİ BİLMİYORUM
Upflex diye bir grubumuz vardı. O döneme göre çok sert çalıyorduk. Rahmetli Kemancı Zeki Abi bize, “Şu tarzınızı azıcık değiştirin de seyirci hareket etsin, hareket edemiyorlar sayenizde” dedi. 5-10 yeni şarkı çalıştık. Listeye de koyduk. Listede sıra o şarkılara geldi. Birbirimize baktık sahnede ve “Amaan boşver” dedik. Biz yine kendi bildiğimizi çaldık. Zeki Abi koşarak yanımıza geldi, “İnin ulan aşağı” dedi. “Kovuldunuz.”
Zeki Abi kaç kere kovup, kaç kere işe aldı bizi inanın sayısını bilmiyorum.
BİR KITADA KALAYIM BANA YETER
İkinci albüm yurt dışında ilgi çekti. “Çok başarılı bulduk, mistik müzik. Bunların İngilizcelerini yapalım” diye aradılar. Dedim ki “Olmaz! Beğendiğiniz şey Türkçe. Niye değiştiriyorsunuz? Beğendiğiniz malzeme bu. Bunu beğenmişsiniz, cilalamaya çalışıyorsunuz. Yaptığınız doğru değil. Beğendiğiniz şeyin arkasında durun. Beğendiğiniz şeyi, beğendiğiniz şekilde dinleyin.”
Dünyada etnik olarak yürüyebilirim ben. Dünya çapında olmak gibi bir düşüncem yok ki benim. Olsaydı ona göre çalışırdım. Alacaksan bunu al etnik dünya müziği olarak tanıt. Ama öyle yapsak üç kıta bilecekti, tamam, bir kıtada kalayım ben, başka bir hevesim, derdim yok.
DOSTOYEVSKİ VE TOLSTOY’U TEKRAR OKUYACAĞIM
Dünya klasiklerinden Dostoyevski ve Tolstoy’u tekrar okuyacağım. Okuduğum dönemlerde anlamadığım çok şey oldu. Kırkımdan sonra onları tekrar okuyacağım. Ben genel olarak tarih kitapları okumayı severim. Bilgi içeren makale tarzında kitaplar okumayı severim. Mesela şu ara Nazi tarihi okuyorum, Rockefeller okuyorum… Altyapısı günümüze çok uygun bir matematikte. Bir bakıyorum ki, aslında yaşadıklarımız 1940’ın yansıması. Sonra Matrix’e dönüşüyorsun. Yeşil yeşil gözünün önünden geçiyor her şey. Televizyona bakıyorsun ve diyorsun ki “Al işte aynısı!”
ŞİİR SEVEN BİRİ DEĞİLİM
Şiir ve özlü söz içerikli kitapları seven bir adam değilim. Çünkü o sözü kendim bulmak isterim. Ben daima kendi üreten bir adam olmak isterim.
Çok şair arkadaşım var. Çok edebiyatçı arkadaşım var. Çok edebiyat geceleri olmuştur çocukluğumuzdan beri. Onların o feci edebi halleri bir yerden sonra beni çok bayabiliyor. “Şehir geliyor üzerime üzerime” durumları beni sıkar. Gelsin yani ne var? Bu mudur yani? Sırf bunun için pek çok fanzinde takma isimle anti yazılar yazmışımdır. “Yayım” diye takma bir soy isim edindim kendime. Birçok fanzinde “Hayko Yayım” diye yazılar yazdım. Ama nasıl saçmalıyorum göreceksiniz. Ona bile “Abi çok acayip yazılar yazıyorsun” dediler. Biraz o işlere uzağım. Uzak kalmayı da tercih ediyorum.
“EN” DİYE BİR ŞEY YOK
En sevdiğim şarkı, en sevdiğim film diye tek bir şey olmadı hiç hayatımda. Çok var çünkü. Soundtracklerden çok etkileniyorum, klasik müziklerden çok etkileniyorum ve dinliyorum. Rock müzik, elektronik müzik, thrash metal, black metal, gotik metal, hatta death metallerin şu anda yeni sound yapılmış halleri beni çıldırttı. Eskiden sound çıkmıyordu şimdi çok teknolojik ve müthiş.
Caz müzik çok dinlerim. Diana Krall severim. Bir tek pop müzik dinlemem. Bir şey anlatmıyor çünkü bana.
KARANLIĞIN İÇİNDE IŞIK YAPAN BAŞKA BİR KARANLIKTIR KIRMIZI
Mesela “En sevdiğin renk ne?” diye sordular bir keresinde. Hiçbirine karşı kötü bir niyetim yok ki. Hayatta yeşil kullanmam diye bir durumum yok. Bir bakarım o gün en sevdiğim yeşil olur ama ertesi gün maviye karşı da boş olmadığımı anlarım. Kırmızıyı severim mesela, sahnede çok kullanırım. Çünkü karanlığın içinde ışık yapan başka bir karanlık gibi görürüm kırmızıyı. Bu yüzden “en” yok.
İSTANBUL’DA ÜRETEMİYORDUM
Nişantaşı’nda oturmak hiçbir şey ifade etmiyor. Gidip yüksek kira veren bir kafede oturup “İki çay alabilir miyim? Kaç lira? 50 Lira, al bebeğim” diye hayatımı geçirmek istemedim. Bu nedenle İstanbul tamamen bitti. 5 yıldır Kuşadası’nda, köyde yaşıyorum. Vaktim var, zamanım var. Üretebiliyorum. İstanbul’da bunu yapamıyordum. Kargaşa içinde yorgunlukla bunu yapmak zor. Eve geldiğinde üretecek gücün olmuyor. Ertesi gün başka bir karmaşa. Uzun vadede bir şey üretemeyince “Ben gidiyorum” dedim. Buraya geldiğimden beri kafam açıldı. 21 senedir bu işin içindeysen İstanbul’da rutine bağlıyorsun. 10 yıl önce kaydettiğim şarkıyı aynı şekilde çalamam. Eski alt yapıların hükmü bitti. İstanbul’da yaşayanlar bunun farkında değil, çünkü çoğu yorgun.
Fotoğraflar: Ozan Uzel
Comentarios