top of page

ŞALTERİ İNDİRİNCE YOK OLAN İNSANLARIN KIYMETİ YOK ŞU HAYATTA

Ben çocuklarıma şunu öğretiyorum; arkadaşlarınızla öyle bir konuşun ki ayakkabıya bakacak vakitleri olmasın.


Ömür Uzel



ROBIN WILLAMS’TAN DERS ALDIM

Central Missouri State Üniversitesi’nin Tiyatro bölümünden mezun oldum. Bir dersimize Robin Willams giriyordu. Kendisinin öğrencisi olmak gibi bir şansım oldu. Ama öyle “Ahmet Hoca naber ya?” gibi bir durumumuz yoktu. Bölümdeki tek yabancı öğrenci bendim, beni oradan tanıyordu. Fazla muhabbetimiz olmasa da çok güzeldi, değişikti. Oraya gitmeden önce de çok sevdiğim oyunculardan birisi olduğu için bana da sürpriz oldu.

FİLMLERİNDEKİ GİBİ BİR EĞİTİMCİYDİ

Robin Williams, ‘Ölü Ozanlar Derneği’ filminde otoriteye karşı çıkan, çocuklara özgür ruhu yakalatmaya çalışan bir eğitimciydi. Gerçekteki eğitimciliği de o role çok yakındı. Çünkü rolü, kendisi o hale getirmiş. İlk yazıldığında karakter, pek öyle değilmiş. Robin Williams, sinema tarihine damgasını vuran ‘Bay Keating’ rolünü kendisi yaratmış. Çünkü çocukluğundan beri eksikliğini duyduğu bir durum olduğu için, kendisi de öyle eğitilmek istemiş. Bunu bize derste anlatmıştı. Çok rahat bir öğretmendi. Öğrencinin oturuşundan bu mesleğe devam edemeyeceğini anlardı. Ancak yorucu biriydi. 24 saat oynardı. Gerçek Robin Williams’ı hiç göremezdik.


ROBIN WILLIAMS’TAN ÖĞRENDİĞİM EN ÖNEMLİ ŞEY…

Ne olursa olsun her olaya gülerek bakmayı öğretti. Cenaze mi var? Çok gül! Çünkü şöyle komik bir sebepten ölmüş. Yani mevzuya nereden gülünür, onu bulurdu. Zaten o yüzden bütün dünya seviyordu onu. Ne yapsa izleniyordu. Katil oynuyor, komik bir suratla oynuyordu. Ondan hayatla ilgili öğrendiğim en önemli şey budur; her olayda mutlaka gülünecek bir taraf vardır. Bu çok önemli bir şey bence. Çocuklara da bunu öğretiyoruz. Gül yavrum. Gülmeye başlayınca iyileşme süreci başlıyor çünkü.


GÖRMEYEN BİRİNİN GÖZÜNDEN DÜNYAYI GÖRMEK

Amerika’da şöyle kurallar vardı; “Şimdi sen görme engelli birini oynayacaksın. Sana altı ay veriyoruz, görme engelli birini gözle” diyorlar. Ancak Türkiye’de durum böyle değil. Konservatuardan mezun oldun ve engelli birini oynamak istiyorsan, bunu senin çoktan gözlemiş olman lâzım. Gözlemediysen zaten mezun olamazsın. Dolayısıyla doğrusu Türkiye’deki taktiktir. Altı ay ‘görme engelli bir Ali’ ile yaşarsanız, ‘görme engelli bir Ali’ olursunuz; halbuki sizden istenen ‘görme engelli Tolga’ olmanızdır. İkisinin arasında ciddi bir fark vardır. ‘Kelebekler Özgürdür’ adlı tiyatro oyununda, dünyayı hiç görmeyen birinin gözünden görebilmek ve bunu seyirciye de gösterebilmek benim için oldukça zorlu ve ilginç bir deneyim olmuştu.


KÖPEK ROLÜNDE OYNADIM

‘Sen Beni Sevmiyorsun!’ diye bir tiyatro oyunu oynadım. Dünya prömiyeriydi o oyun. Bir vantriloğun hikâyesiydi. Oyunda iki saat kırk beş dakika boyunca köpek rolünde oynadım. Bu role kendi köpeğimle çalıştım. O kadar çok çalıştım ki köpeğim bana gıcık olmaya başladı. Çünkü o ne yaparsa onu yapıyordum. Bu ciddi bir gözlem gerektiriyordu. Olmaya çalıştığım rol, insan değildi çünkü. O forma girmek için, kaslarımın öyle hareket etmesi için uzun süre çabaladım. Çok yüksek yerlerden dört ayak üzerine atlıyordum sahnede. İlkinde bir yerlerim kırıldı sandım. Sonra fark ettim ki sistem vücutta oturuyor ve vücut ona alışıyor.


NORMALLİK, ANORMALLİK VE TUTKU…

21 yaşındaydım. ‘Küheylan’ adlı bir tiyatro oyununda oynadım. Türkiye şartları için çok sıkıntılı bir roldü. Ama 14 ödül aldım bu rolle. Normallik, anormallik, tutku kavramlarını masaya yatıran bir oyundu. Ben, normalin tanımını şöyle yapıyorum: Benim arzulayıp, kimseye zarar vermeden yaşadığım her şey bana göre normal. Başkasının hürriyetini kısıtlamaya başladığınızda sizinki biter. ‘Normallik’ kavramı biraz bununla ilgili. İstediğim her şeyi tek bir şartla yapabilirim; bu seni rahatsız etmiyorsa!


TİYATRO, İNSANI GÜZEL BİR YERE ÇEKMEYE ÇALIŞIYOR

O güzel yer, belki içinde geçen tek bir cümle. Seni, bunun için bir saat kırk beş dakika boyunca bu koltukta oturttuk kusura bakma. Ama o cümlenin içine çekmek zorundayız seni. Ve o bir cümleyi sana hayatın boyunca unutturmuyorsak, görevimizi tamamladık demektir.


HALKIN GÜLMESİ ÖNEMLİ

Halkın gülmesi önemli bir şey. Yapmaya çalıştığım şey bir bütün aslında. İnsanları güldürmek tek başına yeterli değil. Derdim şu: Gülüyor musunuz bana? Mutlu musunuz? Helâl ettiniz mi bana bu geceyi? İnsan olarak sevdiniz mi beni? Evinizde kalabilir miyim? (Çoğu kalabilirsin diyor) Bu bir paket. Ben güldürürüm, sahneden inerim. Artık saçma sapan şeyler yaparım, değil. Tutarlılık yakalamam lâzım. Çünkü ben seyirciye “Bakın ne kadar komiğim” demiyorum, “bakın ne kadar komiğiz” diyorum. Aile mevhumundan kaynaklı bütün bunlar. Tiyatro da aile gibi. Zaten benim tiyatroyu sevme sebebim de budur. Bir araya gelip oyun oynuyoruz. Seyirciyle kurduğumuz ilişki, evlilik ilişkisi gibi. Bu nedenle onlara ihanet edemem.


ALDIĞIMIZ NEFES POLİTİK

‘Ferhangi Şeyler’, ‘Yasaklar’, ‘Deliler’… Biz, Türk tiyatrosunun üstatlarının oynadığı bu şahane oyunlarla büyüdük. Hem hemen her gece bu oyunların kasetlerini dinleyerek uyurdum. Evet, her şey politikti. Çünkü aldığınız nefes politiktir bu dünyada. Eskiden Metin Abi, Müjdat Abi oyunda bir siyasetçiye gönderme yaptı diyelim, ertesi gün o siyasetçi oyuna gelir ve oyunu en önden izlerdi. Çünkü mizah, bir ülkenin gizli silahıdır. Onlar, ceplerinde önemli kelimeleri olan üstatlardı. Söylediklerine kıymet verilirdi.



MİZAH, TOPLUMUN KÜLTÜREL SEVİYESİNİ İFADE EDİYOR

Mizah ve toplum bir ekiptir. Bu ilişki toplumun kültürel seviyesini belirler. Hem nasıl mizah yapıldığını hem de mizahın nasıl karşılandığını ifade ettiği için de oldukça önemlidir.


GENÇLİĞİN KELİME HAZNESİ ÇOK DÜŞÜK

“Yani, slm, aynen…” Günümüz gençleri bu dar kelime haznesi ile konuşuyor. Biz bu konuya çok dikkat ediyoruz. Kızım Tuna, on üç yaşında “velev ki” diyor. Ve kitap yazıyor şu an. Hayattaki problemimiz şu; -genç arkadaşlarımın kulaklarına küpe olsun- bir yere tutunmaya çalışıyorlar, anlıyorum. Fakat sağlam olduğundan emin olduğun şeyi hemen bırakmayacaksın! Çünkü hayat vapur iskelesine benzer. Yeni bir dal tuttum diye sağlam olanı hemen bırakırsan, denizdesin. Geçmişle geleceği bağlamazsan arada kalırsın. Arada kalman, boşta kalman demektir. Ben çocuklarıma şunu öğretiyorum; arkadaşlarınızla öyle bir konuşun ki ayakkabıya bakacak vakitleri olmasın.


[ÖZGE YILMAZ ÇEVİK]: Biz Tolga ile bir hayal kurduk. Evlenirsek çocuğumuz olsun mu? Olsun. Tolga, ortaokuldan beri baba olmak istiyordu, ben de anne. Ama “Bakıcıyla falan büyümesinler, biz bakalım” dedik. Böylelikle hem acayip lehçede konuşan çocuklar olmazlar hem de onları ilk biz keşfetmiş oluruz. Çocukların konuşma tarzına, kelime bilgilerine çok önem verdik. ‘Tevekkül’ nedir diye sorsanız, ikisi de cevap verebilir.


“BİZ HAMİLEYİZ!”

Geçen gün bir belgesel izledim. Ve İngilizcede en sevdiğim cümleyi duydum. Konuşurken “We are pregnant” dedi erkek. Yani “Biz hamileyiz!” Bakın bu şahane bir laf! ‘Biz’ diyebilmek çok önemli. Çünkü ‘biz’ diyemediğiniz herhangi bir konuda ileri gidemezsin. İngilizler ne kadar güzel bir şey bulmuşlar kendi dillerinde. Ama bizde durum şöyle “Bizimki hamile!” Şimdi sen bununla övündün mü? “Kadının yapabileceği tek şey buydu” mesajı mı verdin? Bakın, güzel bir kelime bile üretememişiz. Ama İngiliz üretmiş. “We are pregnant” diyor; o kadar eşit ki…


KADININ SESİ DUYULSUN YALANI

Tarih boyunca dünyanın her yerinde erkeğin sesi çok fazla duyuldu. Kadının sesi çok duyulsun diye konuşarak prim yapıldı. “Kadınlara yer açalım” dediler sadece. Çekil o zaman! Çekilirsen açılacak o yer. Kimse kendi yerini açmıyor. Büyük bir yalan işte bu. Kadınlar stratejik noktalara gelirse pislik ortadan kalkacak; silah yok olacak. Kötü olan birçok şey yerini, iyiye bırakacak ve dünyanın yüzde yetmişinin parası gidecek. Otuz tane ülkenin cumhurbaşkanının kadın olduğunu düşünsenize… Ne savaş çıkar ne tatsızlık. Almanya, İngiltere’ye güne gider. O yüzden çok kritik noktalara kadınları koymuyorlar. Tabii her yerde kadın olursa o da normal değil. Çünkü her iki fikirden de lâzım. Ama o denge hiçbir zaman kurulamayacak bence.


ERKEĞİ YETİŞTİREN ANNENİN ÖNEMİ BÜYÜK

Çünkü kadın, doğası gereği eşitlikçi. Benim annem merdivene çıkardı. Sökülmesi gerekeni söker, sigortaları bağlar, inerdi. Bizim evde “Eşit mi?” sorusu bin yıl geride kalmış bir sorudur. Tartışılmaz öyle bir soru. Hatta bazen babamın yapamadığını, annem daha güzel yapıyordu. Mesela annem bana yemek yapmayı da öğretti. Bu, planlı bir hareketti. Çünkü bu durum beni eşime hazırladı.


YARALARINI ONDURMAK İÇİN ANNEYE GİDERLER

Bizim evdeki otorite ben olarak görünüyorum çünkü fazlasıyla realistim. Çocukları karşıma alıp, onlarla uzun sohbetler ediyorum. Evlâdım bak bu önemli, bu da önemli diye güzelce yayıyorum. Ama bir bakıyorum sonunda dağıtmışım. İşte tam bu noktada Özge devreye girip, tek bir cümle ile durumu toparlıyor. Benim dağıttığımı, Özge topluyor. Dolayısıyla “Bu durum canımızı yakacak ama babamın fikri doğru” diyor çocuklar. Ve o fikrin yarasını ondurmak için de anneye gidiyorlar.


NAHİFLİK BİLE SORUN!

Dünya kadın-erkek tartışmasını çoktan geçti. Leşlik mi insanlık mı? Maalesef bunu tartışmak zorundayız. Örneğin günümüz dünyasında nahiflik bile sorun. Biz çocukları yetiştirirken fazla mı nahif kaldık diye dertleniyoruz. Çünkü nahiflik bugün negatif olarak kullanılıyor. Bir nevi zayıflık algısı yaratılıyor. Güzel olan bir kelimeyi neden sapıttırıyorsun?


[ÖZGE YILMAZ ÇEVİK]: Tan, 6 yaşındaydı. Biz onlara kapı açmayı, yol vermeyi, nazik olmayı o zaman öğretmiştik. “İnsanlara saygı göster oğlum” dedik. O da bunu yaptı ama bir gün isyan etti. “Yeter!” dedi. “Bir kişi bana teşekkür etmiyor, yaptırtmayın artık bana bunları” dedi. O sadece teşekkür bekliyor. Sen onu iyi bir şey yaptığına teşvik etsen bunlar olmayacak. Çocuğu insan yerine koymadığında gidip kediyi boğuyor. Çocuk önemli konu. Ben bu konuya çok emek verdim. Anaokuluna verince çocuk senden çıkıyor zaten, altı sene sabrediver.



HİÇBİR CÜMLEYİ TEKİL KURMADIK

Birlikte yaşamayı becerebildiğiniz birini bulduğunuzda çok sağlam sarılmalısınız. Çünkü arkanı dönüp, rahatça uyuyabileceğin birinin olması şu hayattaki en önemli şeylerden biri. Gözünü huzurla kapatabilmekten bahsediyorum. Ama bugün kendisi için evleniyor insanlar. Şöyle diyor; “Ben gelinlik giyeceğim!” Sen mi? Bu cümle bize çok tuhaf gelir.


[ÖZGE YILMAZ ÇEVİK]: Tolga bana evlenme teklifi etmedi, balayına da gitmedik. Vaktimiz olmadı çünkü. Çocuklar 5-6 yaşına gelince gideriz diyorduk, çocuklar bugün 15 yaşında. Bizim balayı planımızı Tan yapıyor şu an. Kına gecesi, ‘baby shower’, bekarlığa veda… Bütün kültürleri kapsayan karma etkinlikleri yapıyorlar, sonra “Ay evlilik çok sıkıcı!” diyorlar. Niye yaptın o zaman bunları? Evliliğin şov tarafını çok seviyorsunuz ama yükümlülüğünü sevmiyorsunuz. Olmaz ki öyle! Biz hep “biz” diye konuştuk. Hiçbir cümleyi tekil kurmadık, bilmiyoruz öyle bir şeyi. Bizim çekirdeklerimiz de öyle değildi.


OLMAYAN ŞEY AYAKTA TUTUYOR

Olanlar kadar olmayanlar da ayakta tutuyor ilişkiyi. İstesek şimdi çıkar altı ay balayına gideriz. Ama gidemiyoruz ve bu bize beş sene boyunca şaka konusu oluyor. Tabii ben ayvayı yiyorum o beş senede ama!


AŞK, ÖMÜR BOYU SÜRMEYEBİLİR

Çünkü onun yerini sevgi alınca, aşk zayıf kalıyor. Ve aşk, sevginin ötesine hiçbir zaman geçemiyor. Sevgisinden emin olmayan çiftler “Biz hâlâ aşığız derler. Çünkü sevgiden konuşmak istemezler. Sevgiyi belirtmek, cesaret isteyen bir şey. Ben belirtmeye çalışıyorum.


MESLEĞİNİZ NEDİR? “YOUTUBERIM”

Böyle bir meslek var artık. Ben bunu hiç vasıflı görmüyorum. Şalteri indirdiğin zaman bu insanların hiçbiri yok. Ama şalteri indir, hatta bir gün hükümet beni yasaklasın, atarız sandalyeleri buraya her gece oynarım. Çünkü mal bende. Beni durduramazsın. Ama bütün varlığı internete ve elektriğe bağlı olan insanın hiçbir kıymeti yok şu hayatta. Bir de bakıyorum ki bütün “Youtuberlar” müstakil evlerde. 24 yaşındasın niye müstakil ev? Sen daha o değilsin. 24 yaşındaysan, insanların içinde yaşamak zorundasın. Sonra çekilecek vaktin zaten olacak. Şimdi kendini soyutlarsan sokağa çıktığında çok yalnızsın.


CLIVE CUSSLER ÖLÜRSE NE YAPACAĞIMI BİLMİYORUM

Clive Cussler, çok sevdiğim bir romancıdır. Ölürse ne yapacağımı bilmiyorum. Bitmemiş bir romanı varsa telifte anlaşsak, ben haklarını alsam diye hayal kuruyorum. Çok seviyorum, çünkü çok güzel yazıyor. Yazarken “Çok güzel yazıyorum” diye bağıran yazarların/şairlerin kitabında ikinci sayfaya geçemiyorum. Bırak ben karar vereyim ona. Mesela Halil Cibran’ı da çok severim.


TOPLUM OLARAK TAHAMMÜLSÜZÜZ

En ufak şakayı kaldıramıyoruz. Anlamayı çok istemiyoruz. Dinlemeyi zaten sevmiyoruz. Bir fikrin varsa bunu ölümüne niye savunuyorsun? Bir kere fikir senin değil. Bununla ilgili bir bilgiyi savunuyorsun. Bilgiden emin misin? Kökünden emin misin? Onun neyi sembolize ettiğinden emin misin? Dur önce, ondan sonra delir. İki yüz elli kişiye yanlış bilgi anlatacağına; iki ay düşün, bir kişiye çok doğru anlat.


TECRÜBE, MUKAYESE KALDIRMAYACAK BİR ZİYNET

Gençlere en önemli tavsiyem şudur; güzel şeyler istesinler ve güzel istesinler. Sonunda da ortaya güzel bir iş çıkarsınlar. Gençler, hayatı maddi olarak değerlendiriyorlar. Aşkla yap, çok sev, çok saygı göster parası gelir. Otuz yıldır tiyatroya herkesten önce giderim. Çünkü her şeye onun sayesinde sahip oldum. Bu nedenle ona çok saygı gösteriyorum. Ve gençler, gerçekten istedikleri şey için sabretsinler. Hayatla yarışmak çok yanlış bir şey. Kazanma şansınız yok. Hayat isterse sizi çok güzel duvara çarpabiliyor. Doğdun evet ama inlesen de ahlasan da bir gün öleceksin. Bırak da aradaki vakit çok güzel geçsin. Tecrübe mukayese kaldırmayacak bir ziynet. Ben bunu tecrübe ettim.


Fotoğraflar: Ozan Uzel

Comments


bottom of page